"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ay: Mayıs 2011

Kimse kusura bakmasın, doğrusu 2+1

Bilen bilir, Voleybol Federasyonu?yla benim aram bir parça limonidir.

?Aman kadınlar demeyin bayanlar deyin? diye sağa sola faks çektiklerinde kendilerinin birkaç yüzyıl geriden geldiklerini düşünmüş, bunu da lafı fazla dolandırmadan yazmıştım. Şampiyonlar Ligi?nden wildcard geliyor diye Avrupa Voleybol Konfederasyonu?nun (CEV) düzenlediği zırva sapan bir kıyamet turnuvanın kimsenin üstlenmek istemediği ev sahipliklerini üstlendiklerinde de epeyce eleştirmiştim. Yine Alessandro Chiappini istifa ettiğinde, yayımladıkları o feci basın bülteni yüzünden de kendilerine bir çift lafım oldu.
Özetle, TVF?yle biz pek çok konuda epeyce farklı düşünüyoruz.

‘Başka bir futbol’ küllerinden doğuyor!

İngiltere’de olup da adı futboldan çok tenisle anılan çok az yerden biridir Wimbledon. Londra’nın güney batısındaki bu semt, dünyanın en önemli tenis turnuvalarından birine ev sahipliği yaparken, mütevazi futbol takımının bunu gölgede bırakması hakikaten de pek zordur. Yine 1889 doğumlu Wimbledon FC, İngiliz futbolunda kendine zar zor da olsa bir yer edinir, lig şampiyonluğu olmasa da, arada bir FA Kupası kaldırmayı başarır. Tâ ki 2004’te kulüp köklerinden sökülüp taşınıncaya kadar. İşte özel bir kulübün, AFC Wimbledon’ın hikâyesi de burada başlar.

“Çoğunluk” kimdir?

Yakın zamanda aynı meseleyi dert edinmiş iki çalışmayı inceleme fırsatı buldum. Bunlardan bir tanesi ?Çoğunluk? filmi, diğeri ise dört bölüm hâlinde BirGün’de okuduğumuz Ateş İlyas Başsoy’un ?Selim Türkhan ve siyasetsiz seçmen? analizleri. Bu iki çalışmayı karşılaştırmak belki elmalarla armutları karşılaştırmak olarak algılanabilir, ama ben öyle düşünmüyorum. Her ne kadar bir tanesi kurgusal bir sinema filmi, diğeri ise yöntem itibarıyla bilimsel olmasa da rahatlıkla entelektüel olarak adlandırılabilecek bir siyasal iletişim değerlendirmesi olsa da, ikisinin de yapmaya çalıştığı şey aynı. Türkiye’de 12 Eylül sonrası uç vermeye başlayan, son on yılda iyice palazlanan ve bu ülkenin siyasal hayatına yön verdiği ciddi bir şekilde hissedilen bir sessiz kitleyi kurgulayarak anlamlandırmaya çalışıyor. Ben bunun önemli ve gerekli bir çaba olduğunu düşünüyorum. Çabanın yöntemine ve algısına itirazlarım var ama bunu sözün sonuna saklamayı tercih ediyorum.

Just Fontaine ve Hakan Şükür…

Bundan tam elli yıl önce, 1961?de Fransa tarihinin gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden, Dünya Kupası?nda altı maçta kaydettiği on üç gollük rekoru bugüne kadar kırılamayan Just Fontaine, Fransa Ulusal Futbolcular Sendikası?nı kurdu.

1963?te, tıpkı Fontaine gibi futbol tarihine geçmiş, Real Madrid ve Fransa Milli Takımı formalarıyla efsane olmuş Raymond Kopa, futbolcuların çalışma ve sözleşme koşullarının ?kölelik? olduğunu söyledi ve futbol düzenini tamamen değiştirecek tartışmanın fitilini ateşledi.

Ve kırk üç yıl önce hemen hemen bugün, 22 Mayıs 1968?de, Just Fontaine ve arkadaşları Paris Iena Meydanı?nda bulunan Fransa Futbol Federasyonu binasını işgal ettiler. Federasyon binasının balkonuna ?Futbol futbolcularındır? pankartı asıldı ve direniş başladı. Sonuç olarak sezon kısaltıldı, sözleşme rejimi değiştirildi, oyuncuların elini kolunu bağlayan ve büyük kulüpleri küçük kulüplere karşı avantajlı kılan uygulamalar kaldırıldı. 1968 Federasyon İşgali?yle kazanılan hakların birçoğundan bugün tüm dünyadaki, hatta Türkiye?deki futbolcular da yararlanıyor.

İmparatore değil Fatih Hoca!

Fatih Terim’le ilk kez Beylerbeyi’ndeki TFF tesislerinde, Fransa’dan gelen Eurosport ekibiyle beraber röportaja gittiğimde uzun konuşma fırsatı bulmuştum. Ofisindeki televizyonda Eurosport açıktı. Biz geldik diye açmadığını biliyordum, zaten daha kendimi tanıtmadan sesimden hangi sporları anlattığımı bile tanıdı.

Fatih Terim’le karşılıklı oturup konuşmak tuhaf bir şey. Seversiniz, sevmezsiniz, eleştirirsiniz, ki ben de eleştirilecek tarafları olmadığını iddia etmiyorum. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim; Fatih Terim’in tuhaf bir çekim gücü, ?aura?sı var. İçinde bulunduğu ortamı kontrolü altına almak için fazla çaba harcamasına bile gerek olmadığını hemen anlıyorsunuz.

Mevcudiyet kavgası…

Taksim?de çalışıyorum. 1 Mayıs Meydanı?nın 250 metre uzağında. Buraya 28 Nisan gibi polis barikatları kondu, hâlâ kaldırılmadı. Harbiye?ye kadar böyle. Kaldırmamak için sürekli bir bahane buluyorlar. Herhalde ?nasılsa 12 Haziran?da polis devletini kuracağız, boşuna kaldırmayalım? diye düşünüyorlar. Belki arada bir olay çıkar da, o barikatları kalıcı hale getirmenin bahanesi olur diye de umutlanıyor olabilirler. Neoliberal muhafazakâr iktidarların sermayenin çıkarına uygulamaları halka kabul ettirmek için başvurduğu çeşitli yollar vardır. Bu yolların çeşidi ve derecesi konunun halktan ne kadar itiraz gördüğüne göre değişir. Az buçuk tartışılan bir uygulama demagoji ve dezenformasyon yoluyla yutturulabilirken, çok tartışılan ve iktidar için hayati önem taşıyan mevzularda komplo yoluna gidilir.

Işıl ve Dee..

Sporun endüstriyelleşmesi, bir başka deyişle serbest piyasa ekonomisinin, paranın sporu şekillendirmesi, bizim kuşağın sporseverlik anlayışını da, taraftarlık anlayışını da epey sancılı bir sürece soktu. Bizler sporu ve sevdiğimiz takımları annelerimizin, babalarımızın sevdiği gibi sevemiyoruz. Onların çok da alışkın olmadıkları bir yığın pratik bizim hayatımızın içinde, biz saf ve derin bir sevgiyi bu koşullar içinde mümkün olduğunca az kaybetmeye çalışarak yaşıyoruz. Bizim takım kaptanlarımız, para için ezeli rakibe gidebiliyor. Bir kulüpte efsane günleri yaşayanlar, daha sonra ?o kulüp? diyebiliyor bir zamanlar taraftarın canının içi olduğu yer için. Kurban Bayramı’ndan önce bahçede bağlı koçla sevgi bağı kurup, sonra travma yaşayan çocuklar gibiyiz. Evet, doğru sözcük bu, bizim taraftarlığımız ?travma?, hırpalanarak seviyoruz. Aşk bizi parça parça ediyor, rahmetli Ian Curtis’in dediği gibi…

Kadınlar futbolu, mücadelenin futbolu

Moda tabirle ?endüstriyel futbol?la, yani futbol kapitalizmiyle arasına en geniş mesafeyi koyanların bile zaman zaman gelip takıldığı bir soru, ?kadınlar da futbol oynar mı?? İster erkek egemen toplumun beynimize kazıdığı kodlar diyelim, ister alışkanlık diyelim kadınların futbol oynamasına kaşını kaldıranlar hâlâ çoğunlukta. Oysa kadınlar futbolu, özellikle hayata sol cenahtan bakanlara hiç de yabancı gelmeyecek bir mücadeleyi hem tarihte, hem de günümüzde önümüze seriyor.

Siz aşk nedir bilir misiniz?

Pazar sabahının serininde düştüm yola, yıllar sonra hastalıktan değil, heyecandan kalbim çarparak. Kulağımda sevgili Bandista’nın fırından yeni çıkmış sabah simidi lezzetindeki şarkısı, ?aşk inadına, aşk devrimdir? diyordu bana.

Mecidiyeköy’den Şişli’ye yürürken çekilmiş bir dişten kalanlar gibi karşıladı beni Ali Sami Yen’in kalıntıları. Sanki hiç var olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi. Xamax maçında o mucize olmamış, Werder maçında o top çamura takılmamış, Türkiye-Belçika maçında Oktay tüm rakip oyuncuları çalımlarken ?pas ver be?ler ?yürü be?lere dönüşmemiş gibi. Orada hiç gülmemişiz, hiç birbirimize sarılıp ağlamamışız, hiç Pınarbaşı çekmemişiz gibi…