"Enter"a basıp içeriğe geçin

Bundesliga’nın zaferi, Prömiyer Lig’in iflası

Bu yazıyı bu şarkı eşliğinde okumanız tavsiye edilir.

[audio: http://www.daghanirak.com/maya.mp3]

Dünya Kupası’nda Almanya’nın İngiltere’ye tarihinin en ağır kupa yenilgisini aldırması aslında uzun süredir işaretlerini veren ama nedense kimsenin kabul etmek istemediği bir olaydı. 4-1’lik yenilginin ertesinde bile sanki dün maçı hep beraber izlememişiz gibi ?o gol verilseydi? yorumları yapılıyor. Oysa açıkça ortadaydı ki, İngiltere’nin golü attığı ve sonrasında golünün verilmediği beş-on dakikalık zaman dilimi, İngilizler’in oyunda üstün olduğu tek zaman dilimiydi. Fiziksel olarak turnuvanın en kötü durumdaki takımlarından biri olan İngiltere, Almanya karşısında o baskıyı bir on dakika daha sürdürmeye kalksaydı, ortaya çıkan sonuç 4-1’den çok daha ağır olurdu. Kaldı ki, İngiltere o baskıyı Glen Johnson, Matt Upson, Ashley Cole gibi zaten defansta faciayı getiren oyuncuların hücuma katılımıyla yapabildi. Eğer İngiltere kazanmak için o taktiği sürdürseydi zaten bu oyuncuların sürekli pozisyon ve top kaybetmesinden gelen dört golün üstüne kaç gol daha yerlerdi bilinmez. Zaten bu yazının konusu da bu değil.

İngiltere’nin uğradığı ağır hezimeti hakem hatalarına ya da bugüne kadar bu dengesiz ve eklektik kadroyu olabildiği kadar derleyip toparlamış ve elemelerden başarıyla getirmiş Fabio Capello’ya bağlamak kafayı kuma gömmek olur. İngiltere’nin sorunlarını anlamak için çok daha sisteme dönük bir analiz yapmak ve 1990’ların başından beri İngiltere’de uygulanan lig sisteminin ne büyük kayıplara yol açtığını görebilmek gerekiyor. Tabii vahşi kapitalizme dayanan bu lig sisteminin eleştirisini dezenformasyon marifetiyle Thatcher ve şürekasına zemin hazırlayan, Hillsborough faciasındaki yayınlarıyla Prömiyer Lig’in bahanelerini sunan The Sun gibi gazetelerden ya da Türkiye’de Prömiyer Lig’in tamtamlarını çalan ve futbolu büyüklerin daha fazla kâr edebilmesi üzerinden anlamlandıran futbol bankacılarından beklemiyorum. O yüzden de kendim yapacağım.

İngiltere’de eski lig sistemi, ekonomik olarak ?keynesyen? olarak tabir edebileceğimiz bir yapıydı. Sistemin öncelikli amacı, alt liglerdekiler de dahil tüm takımların sağlıklı ve eşit koşullarda mücadele edebilmesiydi. Bu nedenle üst liglerden alt liglere, büyük takımlardan küçüklere kaynak aktarılması söz konusuydu. BBC-ITV ikilisinin yaptığı TV yayınlarından gelen gelirler adaletli bir şekilde paylaşılıyor, üstelik futbol herkes tarafından rahatça izlenebiliyordu. Nottingham Forest gibi bir küçük kulübün alt liglerden gelerek Avrupa’nın zirvesine çıkabilmesi Bryan Clough gibi günümüzün medyatik şarlatanlarıyla karşılaştırılamayacak karizmatik bir deha sayesinde olduğu kadar bu sistemle mümkün olabilmişti. Prömiyer Lig’le beraber bu sistem terk edildi ve kulüplerin TV yayın anlaşmalarını kendileri yapmasına izin verildi. Böylelikle hayatını BBC’ye ve kamu yayıncılığına karşı açtığı savaşa adayan koyu Thatcher’cı Murdoch’un Sky’ına yeşil ışık yakılmış oldu. Şifreli platform Sky, istediği kulüple görüşüp anlaşma yapabiliyor, BBC-ITV ikilisini masadan dışarı atarak, futbolu herkesin izleyebildiği bir spor olmaktan çıkarıyordu. Futbolun artık kamunun ortak malı değildi, zenginlerin malıydı. Stadyumlar da Heysel ve Hillsborough bahane edilerek içinde alışveriş merkezleri ve restoranlarla yeniden düzenlendi. Bu dükkanlardan alışveriş gücüne sahip olmayan taraftarların maçlara gelememesi için en ucuz tribünlerin kombine bilet ücretleri üç katına çıkarıldı. Kulüpler bu artışı yaparken stadyum masraflarını bahane ettiler. Oysa tadil masrafları devlet tarafından sübvanse edilmişti. Muhafazakar Thatcher ve Major hükümetleri, o nefret ettiklerini hiç saklamadıkları futbolu serbest piyasaya teslim etmek için her yolu açıyordu. Bunun sonucu olarak, sürekli semiren, zenginleşen, stadyumdaki müşterilerden ve şifreli yayınlardan inanılmaz paralar kazanan bir avuç kulüp ve kendi kaderine terk edilmiş yüzlerce diğerleri kaldı geriye.

Kapitalizmin tüm vahşiliğiyle yaşandığı Prömiyer Lig kulüplerine zaten düşüşe geçmiş İngiliz futbolunun yetiştirdiği oyuncular yetmedi, zira daha fazla kâr için daha iyisi her zaman mümkündü. Büyük kulüpler, kapitalistler tarih boyunca ne yaptıysa onu yaptı. Ülkenin dışındaki kaynakları sömürmeye başladı. Eski Doğu Bloku ülkelerinden, Afrika’dan, Güney Amerika’dan yetenekler daha reşit olmadan İngiltere’ye taşınırken, bu ülkelerin ligleri çürümeye terk edildi. Bir diğer çürüme de İngiliz alt yapısında yaşanıyordu. Arz-talep dengesinin insafına bırakılan İngiliz oyuncular kendi ülkelerinin en üst liginde oynayamaz hâle geldiler. Bunu takım sahipliğinin de futbolla alakasız yabancı yatırımcılara geçmesi takip etti. Tıpkı ülkemizdeki bir futbol kapitalistinin tuğla ağırlığındaki kitaplarında binlerce kez terennüm etmekten sıkılmadığı gibi anahtar kelime ?kârlılık?tı. Futbolu kim takardı? Kâr edemeyen, zaten batmaya mahkumdu. Tıpkı iflas eden Portsmouth, gazete ilânıyla satışa çıkarılan Crystal Palace ve taraftarlarının kurduğu fon ile iflastan son anda kurtarılan Northampton Town gibi.

Peki her şeyin dışarıdan çok parıltılı görüldüğü global lig, Prömiyer Lig’de olan bitenin etkileri su yüzüne hiç çıkmayacak mıydı? Tabii ki çıkacaktı, zira kapitalizme dair her şey gibi bu lig sistemi de tıkanmaya mahkumdu. Nasıl ki BP gibi petrol şirketlerinin dünyaya verdiği zarar artık uzaydan görülür hâle gelmişse, nasıl ki serbest piyasa mantığı artık yalnızca insanları, küçük işletmeleri değil koca ülkeleri iflas noktasına getirmişse İngiliz futbolu da bu büyüklükte bir çöküşü tüm dünyaya seyrettirecekti.

İngiltere’nin kadrosu ilk açıklandığında bunun hayatımda gördüğüm en tuhaf ve en şekilsiz İngiltere kadrosu olduğunu düşündüm. Bazı mevkilerde hiç kuşkusuz dünyanın en yetenekli birkaç oyuncusu vardı. Ancak o yeteneklerin başına bir şey gelmesi, sakatlanması, ceza alması ya da kötü oynaması durumunda bu takımın çökeceğini görmemek için gözlerin epeyce kamaşmış olması gerekirdi. Nitekim Ferdinand’ın sakatlığıyla İngiltere daha kupa başlamadan stopersiz kalmıştı bile. Ama gözler sandığımdan çok daha kamaşmıştı, pek çokları bu enkaz hâlindeki İngiltere’yi kupanın en büyük favorisi olarak gösteriyordu. Terry, Lampard, Gerrard ve Rooney’den müteşekkil bireysel yıldızlar dörtlüsü, futbolun on bir kişiyle oynanan bir takım oyunu olduğunu unutanlara dünyanın en iyi kadrosu gibi geliyordu. Bu aslında hiç şaşırtıcı değil. Futbolu Prömiyer Lig üzerinden anlamlandıranların kolektiviteyi hesaba katmaması ve bireysel yetenekleri alt alta yazarak hesap yapması normal. Kolektiviteyi unutturup, bireyselliği tek gerçek olarak sunan kapitalizmin futbol anlayışının böyle olması da öyle. Neyse ki futbol hâlâ piyasanın gerçek diye yutturmaya çalıştıklarına aykırı bir oyun, ki tek başına bu bile futbolu sevme nedeni.

İngiltere Millî Takımı’nın kadrosu, aslında ülke futbolunu birebir yansıtıyor. Ellerinde bir avuç dünyanın en iyi oyuncusu var, onlarla kalanlar arasında ise aşılmaz uçurumlar. Tüm sistemin sağlığı o bir avuç oyuncunun düzgün çalışmasına bağlı. Onlar battığında, sistem de batıyor. Bu mantık, ekonomik mantık olarak bile yeterince sağlıksızken, futbol mantığı olarak bir intihar metodu. Hele ki o bir avuç oyuncunuzun sorunları da ayan beyan ortadayken. Yol açtığı skandalla takımın psikolojisini iyice bozan ve kupa sırasında teknik direktöre basın toplantısında posta koyan Terry, millî takımla en son ne zaman gol attığını kendisi bile unutmuş olan her an bir halt edebilecek saatli bomba Rooney, yorgunluktan ayakta duracak hâlinin kalmamış olması gereken Lampard ve Gerrard. Bir facia geliyorum diye hiç bu kadar bağırmamıştır herhalde.

Peki neden İngiltere bu duruma mahkum? Neden bazı mevkilerde hiç oyuncuları yok? Neden o bir avuç yıldızın yedeği yok? İngiliz alt yapısı aslında dünyanın en profesyonelce yönetilen alt yapısı. Akademi takımları laboratuvar hassasiyetiyle çalışıyor. O hani bizim futbol kapitalistinin başını çektiği ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun büyük bir huşu içinde sponsor olduğu kitapta anlatılanların hepsi harfi harfine uygulanıyor. İngiltere’nin U17 takımı yeni Avrupa şampiyonu oldu. Geçen yıl U19 ve U21’de final oynadı. Peki neden U17’de, U19’da, U21’de Almanya’yla kafa kafaya oynayan, çoğu kez de yenen İngiltere, A takım seviyesinde bozguna uğruyor?

Mesele, İngiltere’de iyi oyuncu yetişmemesi değil. Aksine şu anki U19 takımında bile bugün A Millî olabilecek oyuncular var. Connor Wickham’la bu kupada kurtarıcı olarak oyuna alınan Peter Crouch’u karşılaştırırsanız utanırsınız. Wickham, Crouch kadar fizikli ama top da oynayabiliyor. Peki neden? Sorun şu; İngiliz genç oyuncular alt yapıdan istedikleri kadar sağlam gelsinler Prömiyer Lig’e adım atmaları zor. Çünkü A takım yaşına geldiklerinde yetiştikleri takımın bilmemkaç milyon paunda aldığı yabancı oyuncuyla yarışmak zorunda. Üstelik alt yapıda bile büyük takımlarda çoğunluk yabancılarda. Kulüpler yasalara takla attırarak 13-14 yaşındaki çocukları bile İngiltere’ye getirebiliyorlar. Madem oynamıyorlar, o zaman kiralansınlar, daha küçük kulüplerde forma şansı bulsunlar diyebilirsiniz. Ancak mevcut lig sistemi, alt ligleri bitirmiş vaziyette. Bir futbolcunun alt liglerde oynayarak Prömiyer Lig seviyesine ulaşması neredeyse imkansız. Futbolun tabanıyla Prömiyer Lig, iki ayrı dünya. Chelsea’nin, Manchester United’ın alt yapısında olmanızla A takıma çıkmanız arasında dağlar var. Alt yapıdan çıkıp küçük kulübe gitmek demek, yetiştiğiniz imkanları bir daha asla bulamamanız demek, gelişiminizin durması demek.

Bu meselenin İngiltere içinde kulüpler ve ligler arasındaki eşitsizliğe dayandığını göremeyip, yalnızca yabancı sınırlamasına indirmek de bir hâyli sığ, dolayısıyla da ülkemizde bir hâyli popüler bir anlayış. Siz kulüplere senede 300 milyon paund transfer harcaması yapabileceği bir ortam sunarsanız, o kulüp ne yapar eder sizin o sınırlamayı delmenin yolunu da bulur. İngiliz kulüplerinin 17 yaşından profesyonel sözleşme yapması, 16 yaşından küçük oyuncu getirmesi de yasak, ama 12 yaşında çocuğun babasını İngiltere’ye göç ettirip ?ah ne tesadüf ki bu adamın oğlu da futbolcuymuş, gelsin bizde oynasın? diyebiliyorlar değil mi? Siz bir sistemi, hangi alanda olursa olsun, kapitalizmin vahşiliğine teslim etmişseniz koyduğunuz kısıtlamaların da herhangi bir anlamı olmaz.

Dünkü 4-1’lik İngiltere-Almanya maçı Prömiyer Lig sisteminin, futbolun kapitalizminin iflas ettiğinin açık bir kanıtıdır. Futbol bankacıları istedikleri kadar ?kârlılık? şarkısını laternayla icra ede dursun, Prömiyer Lig gibi yapılar, birileri milyon paundlar kazanabilsin, ışıltısı herkesin gözünü alabilsin diye hem İngiltere’nin, hem diğer ülkelerin futbol değerlerini tüketiyor. Diğer tarafta ise Bundesliga var. Sırf La Liga ve Prömiyer Lig gibi sermaye sirki olmadığı için dikkate bile alınmayan Alman Ligi’nde senelerdir İngiltere’dekinden İspanya’dakinden çok daha büyük heyecan var. Şampiyonluk yarışı İngiltere’deki gibi üç ya da İspanya’daki gibi iki takım üzerinden yürümüyor, her sene şampiyonluğa aday sekiz takım var. İkinci Lig’den gelen bir takım, ertesi sene şampiyonluk yarışına girebiliyor. Tribünler hep dolu, üstelik taraftarla, müşteriyle değil. Endüstri futbolu öncesine dair bir sürü değer var Almanya’da. Ve o müthiş alt yapı sistemi. Elit futbolcu yetiştirmeye konsantre İngiliz futbol akademilerinin aksine Almanya’da öncelik mümkün olduğu kadar fazla insana futbol oynatmak üzerine. Kadın, erkek, çocuk, engelli, göçmen toplam yirmi milyon futbolcu var ülkede. Böyle büyük bir havuzdan yüzlerce yetenek çıkıyor ama hiçbirinin bireyselliğe kapılmaması için özen gösteriliyor. Lahm da olsanız, Khedira da aynı takımın parçası oluyorsunuz. İngilizler de Almanlar kadar profesyonel ve organize ama Almanya insanların futbol oynaması için çalışırken İngiltere bir avuç zenginin çıkarına çalışıyor. Ortaya kolektiviteden nasibini almamış yıldızlar kumpanyası İngiltere’yle, çalışkan takım Almanya çıkıyor. Tabii ki futbol kapitalizmi Almanya’ya da diş geçirmeye çalışıyor ama karşısında -sağ iktidarlar tarafından sürekli zayıflatılmaya çalışılsa da- sosyal devleti buluyor. Almanya’nın spor teşkilatı, İngiltere’nin ?bırakınız yapsınlar?cı sistemine göre çok daha katılımcı, eşitlikçi. Futbol endüstrisinin Almanya’yı sürekli sümen altına iterek İngiltere’nin ışıltısını ön plana çıkarmaya çalışmasının bir nedeni de bu.

Dün Almanya’nın İngiltere’yi 4-1 yenmesi sürprizdi. Çünkü futbola bakışları, yaptıkları çalışmaların hedefleri ve sonuçları karşılaştırıldığında sonuç çok daha farklı olmalıydı. Almanya futbol anlayışı bakımından İngiltere’den çok farklı bir dünyanın parçası. Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kore gibi ülkeler de Almanya’nın peşinden gidiyor ve sonuçlarını alıyorlar. Almanya’nın sisteminin başarısı ve İngiltere’nin iflası futbolun kapitalizmin pençesinden kurtarılması adına umut vaat eden bir durum.

Peki, Türkiye ne yapıyor? Tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi Almanya’ya sırt çevirip İngiltere ne yaparsa taklit ediyoruz. Futbol eğitimiyle ilgili bölümün başına tescilli ?kulüpçü? biri getiriliyor, okullarla kulüplerin işbirliği dünyadaki tüm örneklerinin aksine devletin değil kulüplerin kontrolüne bırakılıyor. Gelirler artarken, gelirlerin eşitlikçi dağılımı göz ardı ediliyor. Grassroots adına yapılan her şey eksik ve çarpık, onlar da zaten UEFA’nın zorlamasıyla yapılıyor. Kadınlar futbolu, erkek egemen yapının insafına teslim, yetkililer ilgisiz, sorumsuz. Plaj futbolu, salon futbolu baştan savma. Akademi futbolu denen yapı tamamen elit futbolcu yetiştirme üzerine kurulu. Lisanslı futbolcu sayısını arttırmaya yönelik gözüken tüm çalışmalar aslen göz boyamadan başka bir şey değil. Bunlar çok normal, çünkü Türkiye’de de birkaç zengin kulübün memnun olması ve daha çok para kazanması herkese yetiyor. Onlar daha da semirecek ki, piyasa daha da şişsin. Ne diyor banka müdürü/futbol kapitalisti abimiz; ?kârlılık, kârlılık, kârlılık?. Semire semire patlamıyorsunuz ya, ben en çok ona şaşıyorum. Neyse o günler de gelir.

Tek Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.