"Enter"a basıp içeriğe geçin

Fıtrat, kapitalizm, kültür savaşı…

Ülkemizde entelektüel üretim, o üretimin fikri değeriyle değil, üretenin -genellikle boş ve eril- özgüveniyle ölçüldüğü için, bazı kıymetli fikir insanları ne yazık ki arada kaynıyor. Yok canım, kendimi demiyorum, bendeki egoyla Ürgüp’te balon turu düzenlenir, benim arada kaynamam tamamıyla nizami. Neyse, bahsettiğim kişi, Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu. Cenk hocam, kent ve sınıf üzerine çalışmalarıyla uzunca bir süredir akademik dimağları besliyor sağ olsun, artık fikirlerini daha geniş bir kitleyle Gazete Duvar’daki köşesinde paylaşıyor. Ben genelde beğendiğim köşe yazarlarını kıskanırım, okurken içim kasılır ama Cenk hocamın yazılarını seviyorum, yalan yok.

Geçen gün Duvar’da ‘Türkiye’de kültür savaşı mı var?’ başlıklı bir yazı yazdı. Yazıyı mümkün mertebe az alıntılamaya çalışacağım, çünkü hem yazının genelini hatalı karakterize etmekten korkuyorum, hem de oturun okuyun istiyorum. Ancak tartışmanın ilerlemesi açısından yine bir kısa özet geçeceğim. Cenk hoca meâlen diyor ki, kültür savaşı tezi, emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmeye yarayan bir dogmaya dönüştü, oysa Türkiye’nin tarihinde politikanın varsayılan kültürel bariyerleri aştığı birçok örnek var.

Hocamın anlattığı şeyler desteksiz değil, aksine çok ufuk açıcı bir fikri tartışma yapıyor yazı boyunca. Kendisi belli ki -bu benim yorumum- kültür savaşı ya da kutuplaşma kavramlarının her çivinin çekici hâline gelip, her şeyi açıklamakta biricik anlatı olarak kullanılmasından bezmiş, haklı, bezmemek mümkün değil. Kültür savaşı anlatısının, Marksizmin ortaya koyduğu temel çelişkileri örtmesi ve özellikle sol politikayı üretilemez hâle getirdiği de doğru.

Ancak, bütün bunların doğruluğu, bir kültür savaşının varlığına engel olan şeyler değil. Burada Cenk hocamla ayrışmaya başlıyoruz. Ben açıkçası, tam da (‘tam da’sız sol entelektüel yazısı olmaz biliyorsunuz) hocamın yazısının ilk paragrafta öne sürdüğü nedenlerden dolayı meseleyi Ortodoks Marksist bir yaklaşımla değil, Bourdieucü bir neo-Marksist perspektifle ele almayı tercih ediyorum. Kültür bazlı argümanların emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmemesi gerektiği gibi, emek-sermaye çelişkisinin de tartışılmaz ve biricik bir belirleyicilikle kültür alanını açıklamaya çalışması bana çok verimli gelmiyor. Kaldı ki, böyle bir sıfır toplamlı denklem yaratılmasının gerekliliğine de inanmıyorum. Kültür alanı, iktidar alanıyla bağlantılı ama otonom bir alan olarak tarif edilebilir ve incelenebilir. Bu onu emek-sermaye çelişkisinden bağımsız kılmaz, ama onun edilgen bir uzantısı da yapmaz.

Türkiye’de kültür savaşı mı var?‘ başlığı aslında okutturucu bir başlık, içimdeki gazeteci o başlığa çok kızamıyor. Ama içimdeki sosyal bilimci (evet, içim kalabalıktır benim biraz) diyor ki, “Hocam çıkış sorumuzu doğru kurmadık galiba.” Daha doğrusu, çıkış sorusu meşru da doğru, onun üzerine bindirdiği sorunsal, o sorunun sorunsalı değil. ‘Türkiye’deki her şey kültür savaşıyla mı açıklanır?’ sorusunu cevaplıyor yazı boyunca.

Demin biraz temas ettim, biraz daha açayım, Bourdieu’nün alan teorisine gireceğim. Bourdieu’ye göre bir düzlem içinde (buna oyun alanı da diyebiliriz) birbiriyle temas eden, yer yer iç içe geçmiş ama hâlâ kendilerine özgü dinamikleri, tarihi ve kuralları olan alanlar bulunur. Düzlem içindeki aktörler, bu alanlar içerisine dolaşarak, kendi ekonomik-sosyal-kültürel sermayeleri nispetinde kendilerine avantajlı bir pozisyon almaya ve oyunun kurallarını kendi lehlerine olacak şekilde tutmaya çalışırlar. Egemen aktörler oyun kurallarını değiştirtmemeye uğraşırken, ezilen aktörler, kuralları baştan yazmaya uğraşırlar.

Ben aslında bu yazıyı geçen hafta yazmak istiyordum ama gündeme teslim olunca bu çok yapmak istediğim tartışma da sonraya ertelendi. Ancak geçtiğimiz gün Amasra’da işlenen maden cinayeti ve sonrası, kapitalizmde emek-sermaye çelişkisiyle, kültür savaşının aynı elden nasıl götürülebileceğini gösterince bu yazının da günü çabuk geldi.

Türkiye’deki iktidarın politikasını, çizgisini, emek dünyasına bakışını biliyoruz. Bunu yeniden açıklamaya gerek var mı bilemiyorum. Sermayeden yana, işçiyi tükenmez ve kolayca harcanabilir bir kaynak olarak gören, emek gaspını kurumsallaştırma konusunda ne Menderes’i ne Özal’ı aratacak bir iktidar. Maden işçilerinin, genelinde iktidar, özelinde ise Tayyip Erdoğan için hiçbir değeri olmadığını Soma cinayetinde de görmüştük. Ancak, açıktan işçi düşmanı politikaların bugün bile Türkiye işçi sınıfında şu veya bu şekilde karşılık bulabiliyor olmasını açıklamak için ister istemez kültürel alana girmek gerekiyor. Zira Türkiye’de sınıfı açıklamak, kültür alanına girmeden çok kolay değil.

Türkiye, bir modern ulus-devlet projesi olarak, Osmanlı gayrimüslimlerinden ite kaka devralınmış bir sermaye sınıfı ve az işçi-bol köylü emekçiler üzerine kuruldu. Sermaye sorunu devlet destekli kapitalizm ve ithâl ikamecilikle aşılmaya çalışılırken, köy sorunu aşılamadı. Türkiye’nin ilk dönemlerindeki köy sorunu, Sovyetler Birliği’ndekine epeyce benzer. Her ne kadar iki ülkede hedeflenen rejimler farklı da olsa, hem Kemalizm, hem komünizm modernist ideolojiler olarak kentli siyasi-toplumsal projeler yarattılar. Ancak kentli proje, köylü topluma oturmadı. Durum böyle olunca Sovyetler bürokrasiye, bizimkisi ise Kemalist projenin prototipi olan şehirli orta sınıfa verdi sırtını.

Türkiye’de sınıf meselesi, bu nedenle orta sınıfın etrafında döner. Cenk hocamın, Türkiye solunun sorunu olarak teşhis koyduğu kültüralizm de aslında Türkiye’deki sol hareketlerin ekseriyetle orta sınıf çıkışlı/odaklı olmasından kaynaklanıyor. Yine bu nedenledir ki, ülkemizde sınıf tarifi, emek-sermaye çelişkisine değil, kültürel sermayenin dağılımına göre yapılır. Mesela, orta sınıfı tanımlayanın üretim ilişkilerinde aldığı roller değil, şehirle kurduğu ilişki olmasının nedeni de budur. İlginçtir, bu ilişkinin boyutlarını Türkiye’de en iyi anlatanlardan biri Cenk Saraçoğlu. ‘Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler‘ adlı kitabı, orta sınıfın kendisini ve diğer sınıflarla ilişkilerini mekan üzerinden kurmasına dair müthiş bir çalışma. Hocamın, bu yazısında neden oradaki argümanlarından saptığını ve daha katı bir Marksist yorum benimsediğini çok çözemedim ama başta belirttiğim gibi her şeyin ‘kültür savaşı’yla açıklanmasından bıktıysa, bu da epeyce anlaşılabilir bir tepki açıkçası.

Kendi tezime dönersem, Türkiye’de kültür savaşı -hele ki son yirmi senedir- bir gerçeklik ama bu gerçeklik emek-sermaye çelişkisinden kopuk bir gerçeklik değil, aksine onunla bağlantılı ve onu besleyecek şekilde işlev görüyor. Mevcut iktidar -ve öncülleri- perde arkasında sürdürdüğü emek düşmanlığı Amasra gibi cinayetlerle ifşa olunca, kültürel argümanları hemen bir branda gibi geriyor. Fıtrat ve kader, iş cinayetlerinde olay yerine ambulanstan önce varıyor. Yalnızca dini değil, özellikle 2015’ten beri milliyetçi argümanlar da kullanılıyor, ki bu argümanların alt sınıflar kadar, hatta daha fazla orta sınıfları hedeflediğini de iddia edebiliriz. Fıtrat, kader, kahraman polisimiz, şanlı askerimiz diskurları, hepsi aynı amaca farklı şekillerde hizmet ediyor. Erdoğan ve partisinin, maden işçilerinin sistematik olarak kör kuyularda ölüme yollanmasına karşı çıkmayı dini ve milli bir mesele olarak paketlemesi, aynı anda kapitalist düzenin eşik bekçisi rolüne ve kültürün bir toplumsal kontrol mekanizması olarak kullanılmasına hizmet ediyor. Biri ya da öbürü değil, ikisi birden yani.

Kabaca “Maden kazasına cinayet diyen vatan hainidir, kadere karşı geliyordur” önermesi, aynı anda sermayeci ve kültür savaşını harlayan bir argümandır. Din ve milliyetçilik, dünyanın her yanında yıllardır kapitalizme ve egemen sınıflara hizmet eder, bunu da toplumsal kontrol mekanizması rollerini oynayarak yaparlar. Mesela göçmen karşıtı politikalar, yalnızca milliyetçiliğe hizmet etmez, aynı zamanda göçmenlerin toplumsal hayattaki kırılgan pozisyonunu süreklileştirerek, onları sermaye tarafından daha kolay sömürülebilir hâle getirir. Aynı şekilde; kadınları, eşcinselleri, transseksüelleri toplumsal normlarla kısıtlayarak sömürülebilir hâle getirmek, önünde sonunda ucuz emek üretimi ve modern kölelikle sonuçlanır. Bunların kapitalist düzen içinde egemenlerin çıkarına oynadıkları rol, kültür savaşı içinde de bir işlevlerinin olmadığı anlamına gelmez.

Türkiye’de sınıfsız toplumun prototipi olarak yaratılmış ve bu proje gerçekleşmeyince elindeki kültürel sermayeyle kalakalmış laik, şehirli, orta sınıflar var. Bu orta sınıflar, Menderes döneminde pompalanan köyden kente göçle kendilerini gündelik hayatın içinde süregelen bir sınıf çatışmasının içinde buldular, daha doğrusu Cumhuriyet’in kuruluşundan beri olan bir çatışma, göçle beraber büyük şehirlere taşındı. Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan izleği, o çatışmanın siyasi alandaki kullanımının tarihi aslında. Erdoğan’ın diğerlerinden farkı ise mesela cami cemaatleri ve hemşehri dernekleri üzerinden yarattığı ağlarla, kendi üst ve orta sınıflarını yaratmak ve kültürel çatışmaları ideolojisinin temeline koymak oldu. Bu nedenledir ki, AKP’nin kapitalistliğiyle muhafazakarlığı birbirine homojen bir şekilde karışmış durumda. Bu saatten sonra birini diğerinden ayırmaya çalışmak, siyasetin kimyasını zorlamaya giriyor.

Cenk hocamın solun kültüralizme saplanmasıyla ilgili tespitlerine ise katılıyorum. Daha evvel dediğim gibi, Türkiye’de sol partiler ağırlıklı olarak orta sınıf kadrolarla, orta sınıfı ikna etmeye yönelik politikalar üretiyorlar. Hocamın yazısında da özel olarak belirttiği 1960’larda Türkiye İşçi Partisi, bugün Anadolu muhafazakarlığının vücut bulmuş hâli olarak şakalara konu olan Yozgat ve Konya’dan milletvekili çıkarmıştı. Yusuf Ziya Bahadınlı, köy köy gezerek TİP’in oy oranını Yozgat’ta yüzde 5’e kadar yükseltti. Bugün sol politika Kadıköy’den çıkmakta bile zorlanıyor bazen. Türkiye’nin batısını merkez almış solun, HDP olmasa yoksul işçi mahallelerinde ne kadar varlık gösterebileceği tartışmalı bir konu.

Burada, orta sınıfları kerteriz almanın risklerine de geliyoruz. Modern Türkiye projesinde kendisine özel bir kültürel rol biçilmiş orta sınıflar, bir yandan da Türkiye koşullarında emek-sermaye çelişkisinin neresinde duracağını kestirmeye çalışıyor. Türkiye’de neo-liberalizm neredeyse çeyrek asrını dolduracak, orta sınıflar prekârlaşmayla hâlâ yüzleşmekte güçlük çekiyor. Maaşının yüzde 60’ını kiraya vererek Kadıköy’de ya da Ataşehir’de yaşamak, açıkça yoksulluğa işaret ederken; yüksek kültürel sermaye sahipliği, onu zenginmiş gibi yaşamaya itiyor. Orta sınıfların en büyük fobisi olan sınıf düşme korkusu, onu hem alt sınıflarla dayanışmaktan alıkoyuyor hem de üst sınıfların tahakkümüne daha açık, hatta gönüllü hâle getiriyor. Bunu, CHP’li belediyelerde grev yapan işçilere karşı sosyal medyada gösterilen tepkide de görmüştük. Dahası, orta sınıflar, kendilerini şehirle olan ilişkileriyle tariflerken, bu tarifin dayanak noktası genelde tüketim oluyor. Dolayısıyla kendisini üretim değil tüketimle tarif eden bir sınıfı merkez alarak sol politika üretilmeye çalışılıyor. Bu beyhude ve acayip çelişkili çabanın temelinde ise yine kültürel fay hatlarının olması, bu yazıdaki tezleri bence haklı çıkarıyor.

İlk olarak https://www.diken.com.tr/fitrat-kapitalizm-kultur-savasi/ adresinde yayımlanmıştır.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.