"Enter"a basıp içeriğe geçin

Bir masanın devrime en çok yaklaştığı an…

Şehrin en gözde mahallesindesin. Hani şu stilize bohemliğin merkezi olan, takılan herkesin entelektüel, aydın ya da onun gibi bir şey olduğu mahallede. Don Puerto mu, Don Pablito mu öyle bir yerde oturuyorsun, masada boynunda hep aynı yaftayı taşıyanlar oturuyor. Birileri size aynı dediği için aynısınız. Öyle olmanız icap ediyor.

Önünde havalı isimli bir salata var, fiyatına inanmak için menüye iki kez bakman gerekti. Yine de en ucuzu buydu, bunu tercih ettin. Tadı bir şeye benzemiyor aslında, yine de kemirip duruyorsun. Karşında, masanın ucunda bir yerde pek meşhur birileri bir şeyler konuşuyor. Duymamaya çalışıyorsan da kulağına çalınıyor. Yan tarafında oturan reklamcının elinde iki telefon var, durmadan onları kurcalıyor. Biri klavyeli müdür telefonlarından, öbürü o çok stil olanların en son modeli, daha Türkiye’ye gelmemiş, yurt dışından getirtmiş. Birinden vatan kurtarıyor, diğerinden kızlara yürüyor, öyle bir hâli var, yüzünden anlıyorsun. Öbür tarafında oturup körili tavuğa girişen senin mahallenden, önceden tanıyor olmana gerek yok, yemeğe iştahla saldırmasından anlıyorsun açlığın ne demek olduğunu bildiğini… Arada masanın öbür ucundaki sohbete dahil olmaya çalışıyor, sürekli bir kafa sallama, konuşmadığı zamanlarda söyleyecek alengirli ve muhalif bir şey hazırlama çabası… Onun bu masada bir rolü var, bunu biliyor ve iyi oynuyor. Sen becerebilseydin, sen de orada oturabilirdin. Beceremedin.

Masanın karşısındaki konuşmaya daha bir kulak misafiri olmayı deniyorsun ince ve pahalı “pek zarif” sigaraların dumanlarının arasından. Başından neler neler geçmiş gazeteciyle, kolej çocuğu ama “kendine proleter” yazar devrimi tartışıyorlar. Bu masanın devrime en yaklaşabileceği anın, ancak biri masayı devirirse olabileceğini hissediyorsun. Yine de gıkın çıkmıyor. Çünkü onlarla safta olman gerekiyor. Rolünü oynamayı beceremiyorsan, hiç değilse susup otur. Almaya geldiklerinde seni savunacak biri olsun.

Devrim muhabbetinden bakıcı bulmanın zorluklarına geçiliyor. Banyodaki sabunları yürüteninden, fazla televizyon izleyenine hepsi ayrı bir dert… Üstelik bazen kaçıp gidiyorlar, aslında sigorta yapsan kalırlar ama, şekerim ne zaman ne yapacakları belli mi olur “bunların?” “Bunlar” senin konuşmaya en yaklaştığın bölüm. Çünkü anlatılan hikaye senin annenin hikayesi aslında. Masanın karşı tarafı senatör torunları, profesör çocukları… Onların “bunlar”la macerası tâ çocukluktan kalma. Senin çocukluğun annenin “bunlar”lığı ile babanın kumarbazlığı arasında geçiyor. Senin işçi çocuğu olduğunu bilseler, belki siyaseten doğruculuktan kırıldıkları için konu değiştirirler, yan masada geyler var diye “ibne” demekten kaçındıkları gibi. Ama bırak bilmesinler, böylesi daha iyi. Bu masada senin gibilerin en fazla “onun, bunun çocuğu” olarak görüldüğünü unutmazsın hiç değilse. Öbürlerinin Kürtler’e ve Romanlar’a yaptığını, bunların bakıcılara, temizlikçilere, mürebbiyelere yaptığını unutmazsın. Zaten sakın unutma.

Salatanı yiyemiyorsun, içinden gelmiyor. Bir taraftan yemek zorunda hissediyorsun, sen çocukken bu salatanın parasıyla bir hafta geçindiğiniz oldu. Kendi parasından arttıra arttıra prim ödeyip sigortadan emekli olan annen bu parayı verdiğini bilse yüreğine iner. “O parayla pazardan on kilo marul alırsın” der, biliyorsun, haklı üstelik. Bir yandan karşıdaki vodvil devam ediyor, her eli telefonlu reklamcı ve senin mahallenin çocuğu da katıldı iyiyden iyiye. Bu kadar iştahla konuşulduğuna göre devrim yakındır, hadi yine iyisin. Bakarsın senin gibi “bunlar”ın çocuğu olanları bile kurtarırlar. En kötü devrimin yediği çocuklarından biri olursun. O da iyidir.

Masadan kalkıp gitmek istiyorsun aslında, bütün o eziyetin faturası olarak salatanın parasını ödemeyi “unutarak”… Hoş fark etmezlerdi bile o kabarık hesabın arasında ama olsun, bu da senin küçük intikamın olurdu. Zaten boynundaki yafta ve itildiğin azınlık hâliyle de daha büyüğünü alamazsın. Yukarılarda birileri seni bunların arasında durmaya zorluyor ve durmazsan ölebilirsin. Sen ölürsen herkes ölmez, yalnız sen ölürsün, senin ölümün en fazla adisyonda salatanın fark edildiği kadar fark edilir. O yüzden biraz uslu durman gerek, biraz uysal olman gerek, biraz başını eğmen gerek. Bir zamanlar seninki gibi aileler kovularak bohemleştirilen bu sokakta, Don Pueblo ya da her ne boksa bu kafede oturman, annen gibilerin beceriksizliğinin, sakarlığının ve hırsızlığının devrim meselesinin yanına garnitür edildiği sohbetlere kafa sallaman gerekiyor. Her şeyin bir bedeli var, senin özgürlüğünün bedeli de boyun eğmek. Sen de fakir doğmasaydın ya da özgür kalmaya merak salmasaydın. Şimdi sus ve salatanı yemeye devam et…

İnsan olarak burada, bu koşullarda varabileceğin yer bu… Ait olmadığın masaların örtüsü uçmasın diye kenarına konulmuş ağırlıksın sen. Keşke başka bir şey olabilseydin. Kendi ayakları üstünde durabilen, kimseye eyvallahı olmayan bir şey. Gerçekten özgür ve cesur bir şey…

Sen bunları düşünürken kedinin teki sıçrayıp arka taraftaki bir masayı deviriyor. Senin masandaki gibi tipler bağrışıp kaçışıyor. Bu mahallede, bu taşlanmış kot gibi yapay olarak eskitilmiş ve hastalık yayan mahallede, ne kadar çok yara bere içinde toraman kedi olduğunu o zaman fark ediyorsun.

“Kediler varsa umut var” diyorsun ağzının içinde gülümseyerek. Kimse bir şey anlamıyor. Bağırarak söyleseydin de anlamayacaklardı.

Onlar seni zaten anlamıyorlar. Siktirsinler.

Ama bari masayı devirebilseydin…

3 Yorum

  1. Taspinarcemo Taspinarcemo 02/06/2012

    çok güzel yazı abi ellerine,yüreğine sağlık 🙂

  2. Neptün Neptün 02/06/2012


    Senin çocukluğun annenin ?bunlar?lığı ile babanın kumarbazlığı arasında geçiyor.” Çok güzel anlatmışsın “kendine proleter”leri. Düşüncene sağlık. 
    Sevgiyle. 

  3. Giray Giray 18/06/2013

    Başından sonuna kadar etkileyici bir yazıydı abi, içim ürperdi.
    Ayrıca “Kediler varsa umut var.?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.