‘Türkiye tarihinin en önemli seçimi’ne artık bir yıldan az kaldı, tam tarihini henüz bilmesek de. Toplumun ciddi bir kısmında -tekrar yükselişe geçen- ‘AKP, bir şekilde bu seçimi de alır’ hissi gözlemleniyor. Daha önce de yazmıştım, Türkiye’de bir iktidarın başına gelebilecek en kötü şey, tekrar kazanabileceğine inanılmamasıdır. Zira ülkemizde bir siyasi hareketten, iktidarı kaybedeceği belli olunca hesap sorulur.
AKP, bu noktaya daha evvel Gezi’de gelmişti. Aslına bakarsanız, siyasi iktidar 2013’ten beri hem yenilgiyi öteliyor, hem de bir yandan el yükseltiyor. Dokuz yılda defalarca direkten dönüp bir yandan devasa bir parti-devlet rejimi kurabilmek çok büyük bir başarı. Ancak bu başarının, hep ‘bir şekilde’ olması ve o şeklin her seferinde daha da gölgeli bir hâl alması, yaşadığımız toplumsal travmanın boyutlarını büyütüyor.
AKP’nin iktidarı kaybetmeye en çok yaklaştığı Haziran 2015 ile koltuğuna geri yapıştığı Kasım 2015 seçimleri arasında yaşanan süreç malum. Devrilen çözüm masası, askeri operasyonlar, AKP’nin MHP ile yaptığı ortaklık ve mevcut aşırı sağ popülist kimliğe geçişi… İçinde bulunduğumuz dönem ise o zamandan beri AKP’nin iktidardan düşmeye en çok yaklaştığı ikinci dönem.
Durum böyle olunca, toplumsal muhalefet içinde (hatta dışında da), AKP’nin bu sefer ‘ne şekilde’ iktidarda kalabileceği, daha doğrusu iktidarda kalabilmek için neler yapabileceği tartışılıyor.
Parti-devlet rejiminin, varlığını sürdürebilmek için önlemler aldığı aşikâr; giderek kendini belli eden seçim ekonomisi, yeni seçim yasası, birtakım yeni ‘açılım’lar ve seçim güvenliğini ciddi şekilde tehlikeye atabilecek bir sansür yasası, AKP’nin 20 yıl önce aldığı koltuğu kolay kolay devretmeye niyetli olmadığını gösteriyor. Aynı şekilde karşı ittifaka atılan çengeller, HDP’nin siyasi varlığını bitirmeye yönelik hamleler, bir seçim mühendisliğinin de yürürlükte olduğunun göstergesi. Asıl soru ise bunun bu kadarla kalıp kalmayacağı… 2015’i hatırlayınca, bu işin burada kalmayacağına inanmak kolaylaşıyor tabii.
Bu koşullarda gerçekleşti pazar günkü Taksim saldırısı… Altı sivilin hayatını kaybettiği bir terör saldırısının ciddiyetle ele alınması gerektiği ortada. Ancak bizim başımızda, ciddiye alması gereken hiçbir olayı kendine yontmadan bırakmayan bir parti-devlet rejimi var. Olağanüstü bir olay yaşandığında ülkeyi yönetenlerin ilk refleksi, kamunun yararına hareket etmek değil, rejimin selametini garantiye alacak koşulları sağlamak. Kendi bekasını, diğer her şeyin önüne koyabilen bir iktidardan bahsediyoruz.
Son çıkan yasayla AKP öyle bir ortam yarattı ki resmi söylemden santimetre uzaklaşmak, haber vermekle yükümlü olanları yasal sıkıntıya sokabiliyor. Dezenformasyoncu Pelikan grubunun baş propagandistini ‘dezenformasyonla mücadele uzmanı’ olarak devlet aygıtına sokan, resmi kanallar dışında hiçbir haber kaynağını meşru görmeyen, en iyimser tabiriyle ancak katı bir otokraside görülebilecek bir kamusal iletişim yapısı kuruldu.
Bu şartlarda, parti-devlet rejiminin Taksim’deki saldırıyı istediği gibi bir anlatı üzerinden aktarabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak AKP çok uzun süredir tek bir blok değil, bir klikler koalisyonu. Pandemi zamanında içişleri bakanının, sırf hükümet içindeki hasımlarının hesabını görmek için son anda sokağa çıkma yasağı ilân edip 250 bin kişiyi marketlerin önüne yığdığını hatırlayın mesela. Bir bakanın istifasını saatlerce haber yapamayan yandaş medyayı ya da Soylu-Albayrak çekişmesini Trabzonspor-Fenerbahçe üzerinden harlayan AKP milletvekillerini…
Sözün özü, parti-devletin tek bir anlatıyı dolaşıma sokacak mekanizması var, ancak o tek anlatıyı oluşturabilecek bir birlikteliği yok. Hançerleneceğinden emin olduğu için kimsenin kimseye sırtını dönmediği bir parti AKP…
Taksim saldırısının arkasındaki hakikati bilemiyoruz. Zaten -Gibi’den alıntıyla- ‘Gerçeklerin bir önemi yok ki… Genel kanı neyse onu yaşıyoruz’. Parti-devlet rejimi, daha doğrusu içindeki klikler de bu saldırıdan sonra hakikatle değil, genel kanıyla ilgilendi daha çok. İçişleri bakanı, önce teröristlerin birbirini infaz edeceğini iddia etti, sonra da beraber Yunanistan’a kaçacaklarını. Daha sonra pek kimseyi ikna etmeyen bir yakalama merasimi düzenlendi, yakalanan şahsın da sonradan MHP Güçlükonak ilçe başkanıyla bağlantısı çıktı. O arada Soylu, Amerika ve Yunanistan’ı açıktan suçlarken, Erdoğan, bu ülkelere destekleri için teşekkür etti. Velev ki hükümetin açıklamaları doğru olsun, içişleri bakanının, terörist Suriye’den kalkıp gelip İstanbul’un göbeğinde altı kişi öldürürken ne iş yaptığı ise anlaşılamadı.
Nedeni ister iş bilmezlik, ister klik hesaplaşması olsun, bu kadar büyük bir iktidar sahibinin, tekel olduğu bir ortamda bile genel kanı oluşturmakta bu kadar beceriksiz olması enteresan.
Kanımca, bu hükümetin doğru söyleyip söylemediği de değil artık tartışma konusu, insanların bu hükümetin sürekli yalan söylemesiyle problemi olup olmaması. İşte hayati nokta burası. Türkiye kamuoyunun ne kadarı fırından çıkan yarısı yanık, yarısı çiğ yemeği yalayıp yutmaya hazır? ‘Amerika’nın beslediği Yunan dölü Pekakalı kadınlar’ hikayesini sorgulamadan kabul edip arkasından geleceklere, mesela olası bir Kobani işgaline eyvallah çekecek bir kamuoyu var mı?
Türkiye, insanı şaşırtabilen bir ülke, o yüzden kehanette bulunmayacağım. Ama en azından kurumsal siyasetin önemli kısmının AKP’nin yarım yamalak inşa ettiği bu anlatıyla büyük problemleri olduğunu sanmıyorum. Hatırlarsanız AKP’nin tam iktidarı kaybederken paradigma değiştirerek koltuğa tutunması, 2015’te Ceylanpınar’da iki polis memurunun öldürülmesiyle mümkün olmuştu. İhale hızlıca HPG’ye bırakıldı, çözüm süreci bitirildi, AKP-MHP ortaklığı başladı. Sonrasında olayın ihbarcısı ve davanın hâkimi 2016’da FETÖ’den içeri alındı, savcısı ihraç edildi. Failler ise 2018’de sessiz sedasız beraat etti. Olay da fâili meçhûl kaldı. Fâili meçhûl, maksadı hasıl… Kimse kurcalamadı o günden sonra Ceylanpınar’da ne olduğunu. HDP’nin olayla ilgili verdiği araştırma önergeleri ise Meclis’te defaatle reddedildi.
Mevcut parti-devlet rejimi, geçen birkaç günde Taksim saldırısını ciddiyetle aydınlatmak gibi bir niyeti olmadığını kanıtladı. Asıl soru ise kamuoyunun, iktidarı bu yönde zorlayacak bir talep oluşturup oluşturamayacağı. Kamuoyunun böyle bir ihtiyaç hissedip hissetmediğini, hakikati ortaya çıkaracak mekanizmaların hâlâ yerinde olup olmadığını yaşayarak göreceğiz. O zamana kadar milletimizin bekâsını, olay yerine aceleyle astırılan 1200 bayrak tesis ve temin ediyor. Ha bir de İstanbul seçiminden sonra konulan ağaçları İstiklâl’den geri söktük. Milletimizin gönlü ferah olsun!
İlk olarak https://www.diken.com.tr/hakikatin-uzerine-asilan-bayraklar/ adresinde yayımlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın