Son bir ay içinde İstanbul’daki belli başlı CHP’li belediyelerde örgütlü sendika Genel-İş’in grev kararı alması, Türkiye’de mevcut konjonktür nedeniyle halının altına süpürdüğümüz önemli bir toplumsal çelişkiyi su yüzüne çıkardı. Orta sınıf ile işçi sınıfı arasındaki yarıktan bahsediyorum.
Türkiye, sosyal sınıflar açısından ilginç bir ülke. Bunun nedeni, sosyal sınıfların üretim biçimlerinin kontrolü üzerinden çeşitli nedenlerle berraklaşamazken, bunun yerini kültürel tariflerin almış olması. Mevzu orta sınıf olduğunda, bu sorun iyice kristalleşiyor. Zira, Türkiye’de orta sınıfın tarifi mesleki olarak değil, şehirle olan ilişkisi üzerinden yapılıyor. Türkiye’de şehirlilik de, şehirlerin geçmişte geçirdiği etnik-milli dönüşümler, kırdan kente yoğun göç gibi meseleler nedeniyle başlı başına karmaşık bir konu.
Burada, modern Türkiye’nin kuruluş sürecinden itibaren orta sınıfa hasredilen özel statüden bahsederek başlamak gerekir. Türkiye, Osmanlı’nın askeri ve sivil bürokrasisi tarafından kurulmuş bir ülke. Bu bağlamda, Cumhuriyetin sınıf tahayyülü, kadroların kendi sınıfsal özellikleri dolayısıyla da, sosyal sınıfların reddiyesi ve bütün ulusun tek bir sınıf olarak algılanması üzerineydi. Erken Cumhuriyet bu projeyi hayata geçirmek isterken, SSCB’de de benzeri yaşandığı üzere, hiç hesap etmediği bir köylülük sorunuyla da başbaşa kaldı. Şehirli bir topluma göre dizayn edilmiş bir toplumsal projenin, kırsal ağırlıklı bir ülkede uygulanması, çözümlenemeyen ve sonrasında siyasi sonuçlar yaratacak bir durum yarattı. Bunun en önemli sonucu da çok partili hayata geçişle beraber, köylü popülizmi yapan sağ partilerin rahatlıkla iktidarı ele geçirebilmesi oldu. Demokrat Parti’nin bu yolla iktidara gelişi, aynı zamanda Cumhuriyet projesinin de büyük ölçüde iflası oldu. Sınıfsız, daha doğrusu tek sınıflı toplum projesi çökerken, Cumhuriyet projesinin mirası şehirli, laik orta sınıfa kaldı. Toplumun bu katmanı, yalnızca kültürel olarak ayrıcalıklı konumda kalmadı, aynı zamanda kendi kendisini devletin gerçek sahibi hatta koruyucusu olarak addetti. DP zamanında hızlanan kırdan kente göç, Türkiye siyasetinin bugüne kadar gelen önemli bir ikiliğini de ortaya çıkardı; şehirli orta sınıf ve kırsal kökenli alt sınıflar. Çizginin aynı anda hem sınıfsal, hem kültürel eksenden çekilmesi, kültür alanının Türkiye’deki başatlığından dolayı, sınıf çelişkilerini iyice kültürelleştirdi, aynı zamanda siyasallaştırdı. Bunun siyasi sonucu ise, belli istisnalar haricinde, iki siyasi hattın kendi hitap ettiği sınıflara sıkışık kalması oldu. Buradaki sayısal eşitsizliğin her daim, dönüştürülmüş köylü popülizmi yaparak yeni işçi sınıfına ulaşan muhafazakar-sağın lehine olduğunu belirtelim. Bu eşitsizliğe daha sonra döneceğiz.
Elitizm değil “orta sınıf popülizmi”
Türkiye’de “eski Türkiye,” özellikle AKP cenahı tarafından elitizmle suçlanıyor. Bunun nedeni, erken Cumhuriyet projesinin çöküşünden sonra ayrıcalıklı sınıf hâline gelen şehirli, laik orta sınıfın, kültürel sermayenin başat sahibi olması. Bu tip argümanları, Boğaziçi Üniversitesi tartışmalarında da sık duyduk. AKP’nin kültürel iktidar kurma yolunda yaptığı her hamle, tamamen orta sınıfın bahsettiğimiz bu katmanının üzerinde hakimiyet kurmaya yönelik. Aynı şekilde şehirli, laik orta sınıf da kendini on yıllardır bu ülkenin gerçek sahibi zannediyor. Kültürel eksenden ifade edilen bu rahatsızlık, kendine tehdit olarak gördüğü eski köylü-yeni işçi sınıfın muhafazakar-sağ popülizmin ağında olmasından kaynaklı olarak siyasileşiyor. Dikkat ederseniz, Türkiye’nin gerçek egemenlerinden daha hiç bahsetmedik. Büyük sermaye sahipleri, bu denkleme hiç girmiyor, girmesine gerek yok çünkü.
Türkiye’deki elitizm tartışmasının temel açmazı, böyle bir elitin var olmaması. İyi kötü belli bir refah seviyesi olan hiçbir ülkede, devlet liselerinde-üniversitelerinde görece iyi eğitim almış, beyaz yakalı çalışan insanlar elit sayılmaz. Kültürel sermayesi yüksek de olsa orta sınıftan elit olmaz. Orta sınıfın ülkenin kültürel hakimi olduğu, erken Cumhuriyet döneminin ardından ortaya çıkmış bir mit. Ülke siyasetinin muhafazakar-sağ kanadı da, laik-görece merkez sol kanadı da buna sorgulamaksızın inanıyor (mesela AKP’nin iktidarı alır almaz kendi orta sınıfını yaratmaya girişmesi de bunun örneği). Orta sınıfın kendisi de buna inanıyor. Büyük oranda laik, orta sınıf isyanı olarak görülen Gezi’deki “biz halkız” vurgusunu ve kendini “halk” olarak addeden grubun “flamalılar”ı parktan gönderip direnişi polisin kucağına nasıl attığını hatırlayalım.
Orta sınıfın kendini memleketin ta kendisi zannetmesi, ciddi bir orta sınıf popülizminin kaynağı. Siyasi partiler, bu kesimin gönlünü yapmak için olmadık şirinlikler peşinde koşuyor yıllardır. Bu kesimin, AKP’nin sonunu getireceğine dair sarsılmaz, ancak defalarca yanlışlanmış bir inanç var. Oysa sayısal olarak bunun mümkün olmadığını kanıtlamak oldukça kolay.
Orta sınıfın işçi tiksintisi
Şehirli, laik orta sınıfın kendini memleketin sahibi sanmasının çok problemli birkaç sonucu var. Birincisi, bu mit, öyle bir siyasi pusulasızlık yaratıyor ki, bu kesim, ülkenin gerçek egemenlerinin kim olduğunun bile farkında değil. Kendini devletin sahibi sandığı için, devletperverlik peşinde koşuyor, bu yolda karşıtı olduğunu iddia ettiği siyasi iktidarlara hizmet etmekten de kendini alamıyor. Orta sınıfın habitusu, bu ülkenin en kolay manipüle edilebilir şeylerinden biri. Belli notalara basarsanız, istediğiniz akor çıkıyor. Bunu yine Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine sallanan parmaklardan gördük, “öğrencileri biz de destekliyoruz ama…” ile başlayan ve kıçına eski rejimle yeni rejimin paylaşımlı kullandığı doxa’nın öğelerinin takıldığı birtakım argümanlar, AKP tarafından direnişi bizzat şehirli, laik orta sınıfa boğdurmak için aktif olarak kullanılıyor. Vaziyet o kadar saçma bir hâl aldı ki, şu an hâlâ hapiste olan iki Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin tutuklanma çağrısı, AKP’yle eş zamanlı olarak bu kesimden ve onun siyasi temsilcisi CHP’den geldi (bunda aşağıda değineceğim anlamsız seçim matematiği hesaplarının da etkisi var).
Orta sınıfın kendini memleketin sahibi, hatta memleketin ta kendisi sanmasının bir diğer sonucu ise, alt sınıfla olan ilişkileri her zaman kibirle kurması. İşçi sınıfı, hiçbir zaman orta sınıfın dengi olarak görülmüyor; bunlar pis işler yapan insanaltı varlıklar olarak kabul ediliyor. AKP’lilerin fakirlerin cep telefonu kullanmasını yadırgaması gibi, bu kesim de işçi sınıfının insani standartlarda yaşama isteğini yadırgıyor. Bu, özellikle gelir dağılımının daha adaletli olduğu ülkelerde pek görülen bir şey değil. Bir insanın sosyal pozisyonunun belirlenmesinde yaptığı iş, illa ki etkili oluyor, ama Türkiye’deki daha ziyade “hafifletilmiş kast sistemi” olarak tanımlayabileceğimiz bir durum. Orta sınıfın ve onun siyasal temsilcilerinin işçi sınıfını aşağı sayması, işçi sınıfını muhafazakar-sağ popülizme ve onun sadaka ekonomisine karşı daha da savunmasız kılıyor. İşçi sınıfı sağa savruldukça, iki sınıf arasındaki yarık daha da derinleşiyor. Bu ciddi bir fasit daire. Orta sınıfın insanaltı saydığı tek kitle işçiler de değil mesela. Suriyelilere olan ırkçı nefretinin de kökeni bu. İşçinin alacağı üç kuruş zam da, Suriyeli sığınmacıya Avrupa Birliğinin ödediği üç beş kuruş da bu nedenle gözüne batıyor. AKP’nin bu kesimleri sömürmesi, meseleyi daha da siyasallaştırıyor.
Yanlış hesap sandıktan döner
Gelelim o başlarda bahsettiğim hesaba… Şu an iktidarın talibi durumundaki CHP, sırtını tamamen “orta sınıf popülizmi”ne dayamış durumda. Ama sayısal olarak bunun, onu iktidara taşıması mümkün değil. Zaten CHP’nin son yirmi yıldaki tek seçim zaferi olan 2019 yerel seçimlerinde de, pek çok fakir mahallenin ancak HDP’nin desteğiyle kazanılabildiğini gördük. Bu yüzden çareyi saçma sapan ittifak girişimlerinde arıyor. Şeriatçı Saadet Partisi’nin yüzde 1.37 oyu (680 bin) için atılan taklalar bunun en açık örneği. Oysa Türkiye’de tamamen sağa terk edilmiş 14 milyon işçi ve onların ailesinin, toplamda 30-35 milyona denk gelen oyu var. Türkiye’deki seçmen sayısının önümüzdeki seçimde 65 milyon civarı olması beklenebilir. Dolayısıyla hesap açık; işçiden oy alan kazanacak.
Ancak 600 bin şeriatçı oyu için Boğaziçili Selo ve Doğu’yu tutuklatma çağrısı yapmaktan çekinmeyen CHP, 14 milyon oyu almak için AKP’nin sadaka ekonomisini yeniden yaratmak dışında hiçbir şey yapmıyor. Dahası, yine birebir AKP metodları kullanarak grev kırıcılık yapıyor, işçiye doğrudan savaş açıyor (bu arada eğer grev kırdırmak için otopark işleri verdiğiniz mafyatik amatör kulüp amigolarını kullanacaktıysanız, Melih Gökçek’ten şikayetiniz neydi?). 14 milyon oyu yine AKP’ye terk etmek için elinden geleni yapıyor.
Peki bu matematik anlamsızlığın nedeni nedir? İki temel nedenden bahsedebiliriz. Birincisi; CHP bir patron partisi. Kendi temsil ettiği orta sınıfın partide örgütlü olanlarının bile kalbini kıracak kadar. CHP’nin finans kapitalin tahakkümüyle, prekariteyle filan hiçbir sorunu yok. Merkez sol bir partinin oy deposu olması gereken işçi sınıfıyla kurulan tek ilişki, tembel ve bol maaşlı sendika ağalarına milletvekili adaylığı vermek. Bugün İBB’nin yaptığı türden bir grev kırıcılığı bırakalım merkez solu filan, açıktan faşist partiler bile normal bir ülkede iki kere düşünmeden yapamaz.
İkinci neden ise, CHP’nin orta sınıfın ülkenin sahibi olduğu mitine koşulsuz inanması. Bu nedenle tüm yatırımı orta sınıf popülizmine. Orta sınıfın işçi sınıfına duyduğu tiksintiyi sömürerek politika üretebileceğini sanıyor. Oysa matematik ortada. İşçi oyu yoksa, iktidar da yok. Zaten CHP’ye oy veren bir kitlenin en toksik huylarını kaşımanın sosyal travma yaratmak dışında bir hayrı yok. Hayrı var, ama AKP’ye.
Deniyor ki, “işçiler neden CHP’li belediyelerde grev yapıyor da, AKP’lilerde yapmıyor, çünkü AKP’yi destekliyorlar.” Bunu söyleyenler, kendisinin de kullanması gereken grev hakkına o kadar yabancı ki, grev kararını ancak işyerinde örgütlü sendikanın alabileceğini bilmiyor. AKP’li belediyelerde örgütlü Hak-İş sendikaları tabii ki bu yola gitmiyor. CHP’nin bir merkez sol parti olarak normalde işçilerin hakkını arayabildiği ortamlar yaratmakla övünmesi gerekirdi; ancak otopark mafyasına grev kırdırmayı tercih ediyor.
Deniyor ki, “işçiler 5 bin lirayı beğenmiyor, biz almıyoruz o parayı?” Birincisi, yoksulluk sınırının 8 bin lira olduğu ülkede o parayı alıp da ayaklanmıyorsan, bu iktidara en büyük desteği veriyorsun zaten. İkincisi, 5 bin liranın işçilerin çok az bir kısmını karşıladığı, grevin ağırlıklı olarak en kırılgan durumdaki eski taşeron işçileri kapsadığı biliniyor. Üçüncüsü, eğer Türkiye’nin milyar dolarlık savunma harcamaları, CHP’lilerin inatla “israf” diye yumuşatmaya çalıştığı AKP yolsuzlukları, hırsızlıkları gözüne batmıyor da, işçinin hâlâ, zamla bile yoksulluk sınırının çok altında maaş alacak olması batıyorsa, yine bu iktidarın hizmetindesin. Gözümüzün önünden 14 milyar dolarlık işlem dekontu geçti iki hafta önce, bir buçuk gün konuşmadık, 5 bin lira günlerdir herkesin dilinde.
Bazı gerçekleri birilerinin yüzüne çarpmak lazım.
– Yoksulluk sınırının 8 bin lira olduğu ülkede, 5 bin lira istemek “şımarıklık” değil, bayağı bildiğin özveridir. Bunu gönüllü olarak istememek, hakkını aramamak ise yandaşlıktır.
– Grev kırıcılık, Anayasa düşmanlığıdır, faşizmdir. Bu ülkenin grev düşmanı iktidarının yandaşı olmaktır.
– Türkiye’nin şehirli, laik, orta sınıfı bu ülkenin sahibi değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Bu mit, tarihin her döneminde egemenlerin itiraz olmadan rahatça at koşturmasına yaramıştır. Orta sınıfı, işçi sınıfına kırdırmak, bunu da orta sınıfı ülkenin sahibi olduğuna inandırarak yaptırmak, Cumhuriyetin ilk gününden bugüne kadar ülkenin yöneticisi olan egemen sınıfların, patronların, toprak sahiplerinin icat ettiği en başarılı üçkağıttır.
– Türkiye’de işçi sınıfından oy alamayan hiçbir parti iktidar olamaz. Bunun matematiksel hiçbir yolu yoktur. İşçi düşmanlığı, zaten konsolide olmuş kitleyi istediği kadar mutlu etsin, iktidara giden yolu tıkar. Sonra şeriatçı fanatik teşkilatlanmalarının elini eteğini öpersiniz de, o oyu yine sandıktan çıkaramazsınız.
– İşçi sınıfına yönelik sınıf temelli politikalara çevrilen her sırt, AKP’nin iktidarını uzatır.
– Orta sınıf, işçi sınıfından tiksine dursun, kendi çocuklarının işçi sınıfıyla orta sınıf arasına, yani “prekarya”ya saplandığının farkında değil. Orta sınıfın çocuklarına sınıf yükseltme hayalleri günleri çoktan geride kaldı, yeni bir işçi sınıfı doğdu. Şu anki tartışma, üniversiteden çıkıp üç kuruşa freelance çalışan gencin hayatına dokunmuyor. Orta sınıf, emeğe sırtını döndükçe kendi çocuklarını da boğuyor. Orta sınıfın ezilmesine destek çıktığı hakların yokluğu, yarın kendi çocuklarını fakirliğe mahkum edecek. Dünyanın freelance çalışanlara sendika ve grev hakkı konuştuğu bir dönemde, biz grev hakkının askıya alınmasını tartışıyoruz.
– Orta sınıfın insanca yaşayamamasının nedeni, işçi sınıfı değil, hâlâ bilmeden hizmet ettiği egemenlerdir. Hesap sorulması gereken de onlardır. Onlardan sorulacak hesabı başkasından sormak, günümüz koşullarında işbirlikçiliğe girer.
Diken de ki son yazınızda değindiğiniz sorunu hadi diyelim altılı masa çözdü. Akdeniz ölüm gölünde ki göçmenleri 35 dolar aylıkla çalışanları ve saymadığım diğer sorunlara cevabınız sırayla beklesinler mi olacak?