"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kraliçe, 9 Eylül ve bitmek bilmez oto-oryantalizmimiz

Türkiye, enteresan çelişkilerin ülkesi… Baştan itibaren olguların tanımları net olarak yapılıp, elle tutulur bağlamlara oturtulmadığı ve akılcılıkla diyalektiğin olmadığı yerlerin tepkisel duygusallıklarla doldurulduğu bir toplumda, neyin ne olduğunu tartışmak da zor. Zira, ülkenin ve toplumun kaidesine dair şeyler, anlaşılabilir tanımlar yerine yüksek perdeden bağırılan ezberlere teğellendiğinden, Türkiye’nin kurucu mitlerine dair en ufak bir tartışma, kolektif bir harala güreleyle bastırılıp ya da içi boşaltılıp çöpe atılıyor. Sonuç olarak, yüz yıldır aynı şeyleri, yarım santim mesafe almadan ve birbirimizin canını yakarak yaşıyoruz.

Kendi akademik üretimimde ‘ulusal doxa’ olarak tarif ettiğim bu ezberleri tek tek ele aldığımızda aralarında müthiş çelişkiler yakalamak çok da zor değil. Zira demin de bahsettiğim gibi, bu ezbere dahil olan argümanlar veriyle desteklendiği koşullarda dahi birbirlerine varsayımlarla tutturulduğundan, herhangi bir diyalektik izlek takip etmiyorlar. Yani birbiriyle çelişen argümanlar, araya atılan ajitasyon dolgusuyla bir şekilde bir arada duruyor. Duramaz hâle geldiğinde de hırçınlık patlamaları ve toplumsal travmalar yaşıyoruz.

Bu yazının yayımlandığı tarih, 9 Eylül 2022; yani Kurtuluş Savaşı’nın askeri kısmının sonunun yüzüncü yıl dönümü. Yüzüncü yıl sebebiyle ve siyasi konjonktürden kaynaklı olarak bu sene 30 Ağustos-9 Eylül arası daha bir coşkuyla kutlandı. Lâkin Türkiye toplumunun bu kadar coşkuyla neyi kutladığını bildiğinden hiç emin değilim, hatta bilmediğinden emin gibiyim.

Tarih anlayışı kasıtlı olarak ‘Atatürk yoktu, düşman çoktu, Atatürk geldi, düşmanı yendi’ye indirgenmiş bir toplumun tâ Karlofça Antlaşmasının ardından başlayan modernleşme serüvenini anlayabileceğine inanmıyorum zira. Durum böyle olunca, bütün mesele kazanılan savaşa, onun da en ezber ve basit anlatımına indirgeniyor. Özetle Yunan keferesi geldi, Atatürk Yunan’ı yendi, denize döktük. Bunu biraz açmaya kalktığında bile ulusal doxa uf oluyor, küfür yiyorsun.

Geçmişte Kemalistler bu ezberin yarattığı siyasi sermayeyi bırakmıyordu, bugün ise Erdoğan’ın parti-devleti bırakmıyor. Çünkü militarizm, akla değil duygulara hitap ediyor, manipülasyonu kolay oluyor. 30 Ağustos’un 15 Temmuz sonrası dönemde AKP tarafından da benimsenmesi, hatta parti-devlet rejimi tarafından sahiplenilen tek milli bayram olması tesadüf değil. AKP, 15 Temmuz’dan itibaren orduyu tamamen parti-devlet rejiminin içine aldı ve Erdoğan’ı ‘başkomutan’ olarak yeniden etiketledi. Bunun bir nedeni, orduyu kendi rejimine bir tehdit olmaktan tamamen çıkarma isteği kadar, askeriyenin Modern Türkiye devlet projesi içinde, ironik bir şekilde, laikliğin en zayıf karnı olarak tebaruz etmesiydi. Kemalist projede tam olarak başarılamayan devlet-vatandaş ahengini ‘peygamber ocağı’ ve ‘şehadet’ gibi dini öğeler üzerinden kurmaya çalışan ordu, laikliğin sigortası olduğu zamanlarda bile kendini tam olarak sekülerleştiremedi.

Diyanet ve ordunun, laikliğin teminatı olarak kurulup, bugün devletin İslamizasyonunda başı çeken kurumlar olması enteresandır. Türkiye Cumhuriyeti’nin modern ve laik bir devlet olarak varlığını demokrasiye değil, militarizme ve devletin ehlileştirdiği ‘makbul Sünni’ inanç sistemine bağlamasının doğal sonucu tabii bu. Militarizm böylelikle Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye bir ‘kutsal emanet’ gibi aktarıldı. Her 30 Ağustos’ta, bu askeri zaferi değil de Cumhuriyetimizi yaratan Lozan’ın imzalanma tarihini bayram olarak kutlasak ne olurdu diye düşünüyorum açıkçası. Her Türk asker değil de diplomat olarak doğsaydı ne olurdu, nerede olurduk?

Kurtuluş Savaşı dediğimiz şey komşularla ettiğimiz bir mahalle kavgası değil, Osmanlı’nın kalanı üzerindeki emperyalist planlara karşı verilmiş bir mücadele. Bugünün Türkiye topraklarının o dönemdeki işgalini, sömürgecilik bağlamından çıkararak anlamaya kalkmak beyhude. Ama o zaman işler biraz karışıyor. Çünkü Türkiye, Üçüncü Dünya ülkelerinden farklı olarak bir imparatorluğun devamı. Tarihi mirasında işgal edilmiş olmak kadar, işgal etmiş olmak da var. Ve işgal edilmiş olmaktan kaynaklı olarak, kendi tarihindeki sömürgecilikle yüzleşememiş bir ülke Türkiye. “Osmanlı’nın yaptığı bizi bağlamaz” deyip, Makedonya, Sırbistan ya da Bosna’da Türkçe bir kelime söylendiğinde gurur duymak birbiriyle çelişen şeyler. Bu yüzleşememe hâli, günümüz politikasını anlama şeklimize de yansıyor. Kıbrıs’ın yarım yüzyıldır işgal edilmiş olmasını ya da İçişleri Bakanı’nın Suriye’nin bir kısmını teftişe gitmesini ‘barış götürmek’le açıklayabiliyoruz mesela, Amerika’nın Irak’a ‘demokrasi götürmesi’ gibi ezberlenmiş ve içselleştirilmiş bir şey bu…

Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’lere kadar çok önemli bir süreçten geçti. Eski sömürgeler bağımsızlıklarını kazanmakla kalmadılar, üçüncü bir kutup yaratarak dünya siyasetine etki de ettiler. 1955’teki Bandung Konferansıyla başlayan ‘Bağlantısızlar Hareketi’, sömürgecilik tarihine eleştirel bakışın temel referanslarından biri oldu. O yıllarda siyasi alanda yapılan bu tartışma, bugün kültürel alanda devam ediyor. 1999 Seattle protestolarından beri küresel adalet hareketlerinin gündeminde hep ‘dekolonizasyon’ var.

Türkiye, bu sürecin parçası olmadı. Sömürgeciyle sömürge arasındaki arada kalmışlığında tercihini güçlü olandan yana kullandı. Üçüncü Dünya’ya karşı sömürgeciyi savundu. Kıbrıs’ta önce Britanya sömürgeciliğinin devamını savundu, o olmayınca Britanya’nın sadık ve itaatkâr hizmetkârı Rauf Denktaş’ı destekleyerek, sömürge yönetiminin bağımsızlık hareketini bastırmak için çıkardığı etnik çatışmanın büyümesini destekledi. İsrail kurulduğunda, onu tanıyan ilk ülkelerden oldu. Kurtuluş Savaşı’nın hatırına çağrıldığı Bandung’ta, NATO propagandası yaptı. 1958’de Cezayir, Birleşmiş Milletler’de Fransa sömürgeciliğine karşı bağımsızlığını ararken çekimser kaldı. Erdoğan ve Davutoğlu, Türkiye’nin alt-emperyalist dış politikasını değiştirdiklerini iddia ettiklerinde, Üçüncü Dünya onlara inanır gibi olmuştu. Bugün ise Neo-Osmanlıcılığın yeni bir sömürgecilik savunusu olduğunu onlar da biliyor.

Türkiye’nin ezelden beri hep zayıfa karşı güçlüden yana tavır almasının arkasında çok ilginç bir çelişki var aslında. Lozan sonrasında Mustafa Kemal, Türkiye ulus-devletini modern ve laik bir devlet olarak projelendirdiğinde, ulusun Batılılığını ve beyazlığını kanıtlama çabasına girişti. Bugün Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi ideolojik manevralar, haklı olarak dalga konusu oluyor. Ancak bunlar gerçekten inanılarak değil, yeni kurulan devleti, Ortadoğu’da hâlâ devam eden paylaşım planlarından korumak için ortaya atılmıştı. Bu strateji, Türkiye’yi belki Irak ya da Suriye olmaktan korudu ama bugüne kadar hâlâ çözülmemiş bir kimlik krizi de yarattı. Türkiye, başta pragmatik nedenlerle ortaya attığı Batılılık-beyazlık savına, daha sonrasında fanatikçe bir inançla tutundu. Türkiye’nin Üçüncü Dünya ülkelerine karşı nobranlığının da Türklerdeki Kürt, Arap ve diğer Doğulu toplumlara karşı olan alerjinin de kaynağı bu dogmalaşmış beyazlık iddiası. O beyazlık iddiası ki, tutarlı olması için, topluma kendi sömürge geçmişini bile unutturabiliyor.

Durum böyle olunca, tarih de doğru okunamıyor. Kurtuluş Savaşı dediğimiz, İttihatçıların kendi irredantizmleri nedeniyle Almanya’nın kucağına atlamasıyla, yenilgi sonrası diğer emperyalist güçler Fransa ve Britanya’nın alt-emperyalist ülkelerle beraber Anadolu’yu işgalinin sonucu. Sömürgeciliği anlamadan, bunu kavramak imkansız. O zaman da, koca savaş ilkokul tekerlemesine dönüyor; Yunan Ordusu İzmir’den ayrıldıktan sonra canını kurtarmak için kaçan Anadolu Rumlarının torunlarına “Dedenizi denize döktük” zevzekliği yapmaya kadar düşüyor.

Dün -Kraliçe 2. Elizabeth’in ölümünden sonra- Türkiye Twitter’ında çok enteresan şeyler okudum, espri yapanları susturmaya çalışanlardan tutun da Londra’da insanların ne kadar büyük bir saygıyla, konuşmadan yas tuttuğuna kadar… Üç yıla yakındır İngiltere’de yaşıyorum, buranın toplumunun Kraliyet ailesi dahil hiçbir konuda tamamen aynı fikirde olduğuna ve kimsenin espri yapmadığı bir ana şahit olmadım. Epeyce tanınmış bir viski blogunun yazarı olan arkadaş Kraliçe’yle dalga geçilmesin diye milleti paylarken, ben bir yandan İskoçya’da Kraliçe’nin ardından geçilen gırgırı okuyordum. İskoçya’ya pek bir sitayiş besleyen bu arkadaş, o twitteki sözleri İskoçya’nın bir meydanında söylese herhalde okkalı bir küfür yerdi. Londra’da da insanlar zaten trenlerde iş çıkışı konuşmaz, birbirinin yüzüne de pek bakmaz; bununla ilgili parodiler de çıkmıştı televizyonda. Öte yandan Kuzey Londra’nın göçmen mahallelerine giden otobüslerdeki desibel seviyesinin dün, diğer günlerden bir tık bile aşağı olduğunu zannetmiyorum.

İki tane twiti genelleme niyetinde değilim, Türkiye insanının ezici çoğunluğunun Kraliçe’nin ölümüyle alakadar olduğunu da sanmıyorum. Ama 96 yaşındaki bir monarkın ölümünden dahi oto-oryantalizm çıkabiliyor olması, münferit bile olsa dikkat çekici. Kişi olarak Elizabeth’i sevebilirsiniz-sevmeyebilirsiniz, size kalmış bir şey. Herhalde monarkların en kötüsü değildi bana sorarsanız, zira çıta epeyce alçakta. Ama monarşinin çağdışı bir yönetim rejimi olduğunu, Britanya İmparatorluğu’nun da dünyanın hemen hemen bütün ülkelerini işgal etmiş, eli kanlı bir yapı olduğunu kabul etmek de zor olmamalı. Tabii ki Britanya’nın tüm emperyal geçmişinden doğrudan doğruya Elizabeth sorumlu değil (ama bir kısmından da sorumlu). Ama Britanya İmparatorluğu’na anlamsız ve kompleksli bir öykünmeyle bakarken, kendi ülkemizde yaşadığımız bazı sorunlardan o yapının sorumlu olduğunu da düşünmek gerekmez mi? Mesela modern tarihimizin başlangıç noktası olan 1908 Devrimi’nin bir kazanımı olan Meclis-i Mebusan’ın Britanya işgal yönetiminin zoruyla kapattırılmasının niye kolektif hafızamızda yeri yok?  Yani en azından hem Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bitişini kutlayıp, hem de o savaşı mecbur kılan İmparatorluğa övgüler düzmek biraz saçma değil mi? Avrupa’ya “Suriyelileri alın” demeye kıyamayıp “Evlerine dönsünler” dememiz gibi, Kurtuluş Savaşı’nı da komple Yunanistan’a kilitleyip geçiyoruz herhalde…

Burada o meşhur kimlik bunalımımıza geliyoruz tekrar. Türkiye modernleşmesi -hep yazdığım gibi- yarım kalmış bir süreç. Biz elimizdeki yarım modernleşmeden, tam bir modern ulus-devlet çıkarmaya çalıştık, bunun yarattığı defolarla uğraşıyoruz. Türkiye, kendi modernleşmesini sivil bir demokrasiye evriltemedi. Kendi demokrasisini oligarşiye dönüşmekten kurtaramadı. Bir modern devlet projesinin başarı referansının Osmanlı ya da başka imparatorluklar olması sağlıklı değil, hele kendisini emperyalist işgalden kurtarmak için savaş vermiş bir ülkeyseniz mantıklı da değil.

Biz, dünyadaki yerimizi bulamadığımız için de yaşıyoruz bu bunalımı. Yüz yıldır bir teki fazla büyük, öbürü fazla sıkan ayakkabılarla yürüyoruz. Kendi derimizin altında rahat edemiyoruz bir türlü. Biri bizi Batılı saysın diye abartılı bir oto-oryantalizm çığırtkanlığı yapmamıza da, eski işgalcimizin torunu öldü diye helva kavurmamıza da gerek yok. Saygıdeğer bir dış politikası olan, barışçıl, adaletli, eşitlikçi ve demokratik bir ülkemiz olabilmesi önemli olan; ne kadar beyaz ve Batılı olduğumuzu her saniye kanıtlamaya debelenmek değil…

İlk olarak https://www.diken.com.tr/kralice-9-eylul-ve-bitmek-bilmez-oto-oryantalizmimiz/ adresinde yayımlanmıştır.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.