"Enter"a basıp içeriğe geçin

Neoliberal medya düzeni, komprador ekran yüzleri ve kamu yararı

Türkiye televizyonlarında standart bir akşam… Siyah tayyörlü/takım elbiseli bir ekran yüzü ve dört tane erkek konuşan kafa. O günün gündemi neyse, kafalarına göre, olayın aktörlerine söz vermeye gerek duymaksızın konuşuyorlar. 15 Haziran gecesi Habertürk kanalında yine bir tabldot servis edilmiş. Ama tek bir farkla, konuklardan biri dayanamayıp diyor ki, “ya biz HDP’yi tartışıyoruz ama, bir kere bir tane HDP’li çıkarmıyoruz buraya…”

Habertürk’ün siyah tayyörlü ve kendinden emin bakışlı ekran yüzü Didem Arslan Yılmaz, gösterisinin sırrı ifşa edilmiş bir sihirbazın gerginliğinde lafa giriyor ve Türkiye medya tarihine geçmesi gereken sözleri söylüyor:

“Biz kamu televizyonu değiliz, özel sektörüz biz, bu bir tercihtir”

Arslan’ın sözleri derinlemesine analiz edilmeyi hak ediyor, ancak bunu Arslan’ın kişiliği üzerinden değil, temsil ettiği sistem, çıkarını savunduğu sınıf ve ait olduğu başka bir sınıf üzerinden yapmak gerekir. Zira bir medya ormanındayız ve etrafımız arslanlarla çevrili.

Mevzuyu Big Bang’e kadar geri götürmek istemiyorum ama en azından özel kanalların Avrupa’da ortaya çıkışına kadar götürmek gerekir. 1980’ler, pek çok ülkede özel televizyonculuğun patlama yaptığı bir dönem oldu. Bu dönemin neoliberalizmin yükselişi, uydu teknolojisinin yayılması, Soğuk Savaş’ın sonu ve ekonomik küreselleşmenin başlaması gibi gelişmelerle eş zamanlı ve iç içe yürüdüğüne dikkat çekmek gerekir. Kamu kanallarının tekelinin kırılma sürecinde iki temel yol izlendiği söylenebilir. Kimi ülkeler, 1955’ten beri bir özel yayıncılık geleneği olan Birleşik Krallık’ın izinden giderek, kendisi özel de olsa kamunun hava dalgalarını kullanarak yayın yapan özel kanalların bu nedenle kamu yararı lehinde yayınlar yapmasını mecburi koştular. Fransa, bu yolu izleyen ülkelerden biri oldu. Diğer taraftan, İtalya’nın başı çektiği bazı ülkelerde ise tamamen neoliberal yöntemlerle ve genelde cebren ve hileyle kamu tekeli yıkıldı ve özel kanallara sınırsız bir özgürlük tanındı. İlk özel televizyonun bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Özal’ın oğlu tarafından, devletin imkanları kullanılarak kurulduğu Türkiye’nin hangi ekolden olduğunu söylemeye bile gerek yok. İlk ekoldeki ülkeler özel televizyonlara kamu yararına çeşitli vazifeler yüklerken, Türkiye’de Magic Box Star 1, devletin PTT’sinin link hatlarını kullanarak korsan maç yayını yapıyor, devletin polisi de o sırada devletin TRT’sini stada sokmuyordu.

Turgut Özal’ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde medyaya dair yaşanan diğer gelişmeler de benzer devlet destekli neoliberalleştirme uygulamalarının sonucuydu. Türkiye’de serbest piyasaya geçişi “sorunsuz” gerçekleştirebilmek için tertip edilen 12 Eylül sonrasında Türkiye toplumunun apolitik, hatta anti-politik bir çizgiye itelenmesi, asker postalı kadar, hatta ondan fazla, eğlence merkezli, boyalı bir medyanın ortaya çıkışıyla mümkündü. Yazılı basında bunu yapacak holding patronları sübvanse edilirken, kısa sürede korsan özel televizyon kurarak halkı asıl kontrol altına alacak görsel medya alanına geçmeleri de itinayla sağlandı. Bu arada gazeteciliğin de refleksleri budanıyor, sendikasızlaştırılan, iş güvencesi ellerinden alınan, tek derdi kendi geçimi olan bir gazeteci türü yaratılıyordu.

Bu esnada, bu yeni gazeteci türünün isyana gelmemesi için yeni bir mekanizmanın da yaratılması gerekti. Kısıtlı sayıda gazeteci, yıldız köşe yazarına ve daha sonra ekran yüzüne dönüştü ve besin zincirinin en altındaki muhabirin/editörün hayalini kuramayacağı paralar kazanmaya başladılar. Maaşını alamayan, sosyal güvencesi olmayan, 212’li yapılmadığı için basın kartı dahi alamayan gazeteciye havuç olarak “sınıf atlama” rüyası sunulmuş, “doğru yerde durun, sizin de olsun” denmişti. Diğer taraftan yeni oluşturulan ara sınıfa biçilen rol de belliydi, birincisi, patronların çıkarını savunmak; ikincisi, kendilerini aşağıdan kurtaran düzeni savunmak. Ekran yüzleri ve köşe yazarları, neoliberal medya düzeninin kompradorlarına dönüştüler. Yaşadıkları yabancılaşma, gazetecilikle ilgili tüm bağlarını kopardı. Didem Arslan’ın Habertürk’teki sözleri, bu sürecin özetinden başka bir şey değildi aslında.

Şimdi o sözlerin kendisine gelelim. Arslan mealen diyor ki, “biz kamu kanalı değiliz, ticari kanal olarak bizim yükümlülüklerimiz farklı.” Tam neyi kast ettiğini bilemiyoruz, belki de “TRT çıkarmazken, hesap soracak bizi mi buldunuz?” diyor. Tamamen haksız değil gibi gözüküyor, ama haksız.

Gazetecilik, özel bir meslek. Çünkü haber alma ve verme gibi iki temel hakkın kullanılmasına yarıyor. Bu nedenle pek çok ülkede Anayasal koruma altında. Haber alma hakkının doğru kullanılabilmesi için, gazetecinin ayrıcalıklarını aldığı kamuya karşı sorumlu olması gerekir. Yunanca’da gazetecilik için “kamu yazarlığı” denir, ki doğrudur. Gazetecinin asıl patronu kamudur. Savunmakla yükümlü olduğu, kamu yararıdır. Patron çıkarı, devlet çıkarı, hükümet çıkarı, kişisel çıkar; bunların hepsi kamu yararı karşısında hükümsüzdür. Gazeteci, bunun için mücadele ettiği sürece gazetecidir.

Bugün, televizyonda gazetecilik yapılmıyor. Ekran yüzleri ve konuşan kafalar, kafası karışık bir kitleye totoloji yaparak, tamamen prezentabllıkları üzerinden görüş empoze ediyorlar. “Ben diyorsam doğrudur”un tek dayanağı, Arslan gibi kararlı bakmak, kendinden emin görünmek ve hazır cevap olmak. Ve en önemlisi doğru yerde olmak, doğru yerde durmak (bugün “doğru yer”in şahikası “uçağa binmek” kuşkusuz). Bunun otoratik rejimle de alakası var kuşkusuz, ama unutmamak gerekiyor ki, neoliberal medya, rejimin çıkarını savunmazdan önce patronun çıkarını savunuyordu. Mevcut durum, AKP’yle kötüleşti ama onunla başlamadı. O gidince iyileşecek, ama ortadan kalkmayacak. Yine komprador ekran yüzleri ve Twitter’a düşmelik aforizma kovalayan konuşan kafaları izlemeye devam edeceğiz.

Bu noktada, kamunun artık kendi çıkarının savunulmasını talep etmesi gerekiyor. Çünkü gasp edilen, kamunun yararı. Bunun olamamasının belki temel nedeni, tüketiciye dönüşen kamunun, tüketim nesnesine dönüşen gazetecilikten uzak duramaması. Türkiye toplumu, haber alma hakkını, AVM’ye alışverişe gider gibi kullanıyor. Komprador ekran yüzlerinden, konuşan kafalardan uzak durmak, neoliberal medya düzenini kökten değiştirmez, ama ait olduğu çöplüğe gidişini başlatabilir, bağlı olduğu sistemle beraber.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.