İçinde bulunduğumuz süreç Tunus ve Mısır’da yerinden edilemez gözüken diktatörlüklerin sonunu getirdi. Bu yazının yazıldığı günlerde Cezayir ve Yemen de benzer bir sürece girerken, halk…
Dağhan Irak’ın çeşitli konularda yazdığı yazılar…
İçinde bulunduğumuz süreç Tunus ve Mısır’da yerinden edilemez gözüken diktatörlüklerin sonunu getirdi. Bu yazının yazıldığı günlerde Cezayir ve Yemen de benzer bir sürece girerken, halk…
Saraybosna’da son gün… Bu kenti özlememek mümkün olmayacak. Bu sevimli şehrin yavaş yavaş yürüyen, laptoplarla cep telefonlarıyla koşuşturmak yerine kafelerde gazete okuyup parklarda satranç oynayan…
Bu gece yerel halkla (!) bütünleşme gecesi oldu. Couchsurfing.com’dan mesajlaştığım Nikolina, Pazartesi akşamını bana ayırmaya söz vermişti, sözünü tuttu. Üstelik yalnız da değildik, hepsi CS üyesi bir sürü arkadaş da bizimleydi. Couchsurfing, çok gezen biri olmadığım için çok aktif katılmadığım ama felsefesini desteklediğim bir organizasyon. İnsanlar gittikleri yerlerde site üyeleriyle geziyor, evlerinde kalıyorlar. Dün tanıştığım Nanou gibi bu şekilde dünyayı gezenler var. CS, hem mümkün olduğunca ön yargısız bir diyaloğu sağlayan bir şey, hem de insanın turist olarak kendi başına keşfedemeyeceği şeyleri görmesini sağlıyor.
Saraybosna’ya geldiğimden beri Türkçe konuşmuyorum. Başçarşiya esnafının ne kadar iyi Türkçe konuştuğunu kulaklarımla duydum, ama yine de elimden geldiğince bildiğim 15-20 Boşnakça kelimeyi kıra döke iletişim kurmaya çalışıyorum. Bunun çok basit bir nedeni var. Başçarşiya, Türkiye’den gelen muhafazakar turistlerle dolup taşmış durumda. Bunda tabii ki bir sorun yok, ama bundan kaynaklanan bir sorun var. Her sabah şehrin içine karışmak için Başçarşiya’nın içinden geçerken bu turistlerin Osmanlı fantezilerine kulak misafiri oluyorum. Buraya ülkemden biraz olsun uzak kalmak ve kafamı toplamak için gelmiştim ancak ülkem olabilecek en çekilmez versiyonuyla beni Başçarşiya’da yakalamayı başardı. Geçen gün çarşının sokaklarından Bravaciluk’taki favori börekçimde rast geldiğim üzere Türk turistler burada muhabbete göbeğinden Türkçe giriyor ve karşıdakinin ne kadar Türkçe anladığını sorgulamaksızın komutlara başlıyorlar. Burada zaten bin çeşit yiyecek yok, neyin ne olduğunu anlamak toplam üç dakika sürüyor. Siparişi parmak işaretleriyle vermek de fazlasıyla mümkün, dört çeşit börek var, birini gösteriyorsunuz, getiriyorlar. Hadi siparişi Türkçe verdin, bari teşekkürü Boşnakça et. Bir ?hvala? demek çok mu zor? O kafanda aksesuar olarak taşıdığın az sayıdaki gri hücre uçak bileti alıp, otel ayarlayacak kadar çalışmışsa beş harfli bir sözcüğü öğrenirken de işine yarar, ayrıca hiçbir şey de kaybetmezsin. Aksine o çok derin bağların olduğunu iddia ettiğin o ülkeye, kültürüne, insanlarına duyduğun saygıyı küçücük bir çabayla göstermiş olursun.
Asıl mesele de burada başlıyor. Abim nasıl bir imparatorluk kibiriyle donanıp gelmişse buraya, karşısına çıkan herekse Osmanlı sancak beyi edasıyla destursuz Türkçe hitap edebiliyor. Gören de sanır ki beyimiz Osmanoğulları?ndan. Ulan edepsiz, senin deden de o Osmanlı?nın zavallı tebaasından değil miydi? Azı Türk, çoğu devşirme Osmanlı hanedanıyla akrabalığı nereden kurdun? Haydi diyelim akrabasın, bu sana bu ülkenin insanına tebaa muamelesi hakkı verir mi?
Bugün Başçarşiya’dan çıkıp Olimpiyat Stadyumu’na, yani Koşevo’ya kadar yürümeye karar verdim. Az yol değil, gidiş-dönüş en az bir on kilometre var, ancak Saraybosna’da tramvay, otobüs ya da taksi kullanmak demek, sokakların arasına saklanmış bir sürü detayı atlamak demek aynı zamanda. Mesela Milyaçka’nın öbür kıyısındaki eski, savaş yorgunu ama bir taraftan da renkli ve sevimli Yugoslav evlerini. Nehrin öbür tarafı diyorum, çünkü ortasından su geçen tüm şehirlerde olduğu gibi burada da iki yaka, biri asıl, diğeri kopyaymış hissi veriyor. Başçarşiya, Ferhadiya, Marşala Tita hepsi bir tarafta. Diğer tarafta uzun süre, neredeyse doğu-batı doğrultusundaki bu ince uzun şehrin tam ortasına denk gelen Skenderiya’ya kadar birkaç küçük kamu binası dışında kayda değer bir şey yok.
?Hatırlayacak bir şeyi olmayanın, unutacak bir şeyi de yoktur? diyen Vian uğurlar sizi İstanbul’dan, hatırlayacak çok şeyi olan Saraybosna’da yoldaki hızını kaldırımdaki kızların güzelliğine göre ayarlayan neşeli ve korsan taksi şoförü Muhiddin karşılar sizi. Sizi derken hepinizi değil tabii, beni o karşıladı ondan öyle diyorum. Zaten bu okuyacaklarınız da, öyle derli toplu saptamalar, içi dolu yorumlar filan değil, benim -ne hikmetse Sarayova demediğimiz- Saraybosna’da hissettiklerimden ibaret. Bir resme, bir fotoğraf karesine ne sığarsa, baktığınızda ne çıkarabilirseniz, benim de çıkardığım o kadar belki.
Yörsan Gıda Mamülleri Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi, EmekDunyasi.net İnternet haber sitesinde 2008 yılında yayımlanan Yörsan direnişi ile ilgili haberlerin yayından kaldırmasını istiyor, aksi takdirde dava…
Internet üzerindeki müzik paylaşım sitelerinin en büyüklerinden Last.fm ve Myspace’in geçtiğimiz haftalarda Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği MÜ-YAP tarafından yapılan başvuruyla erişime kapatılması pek çok bağlantılı konuyla beraber sanat eserlerinin mülkiyetini de tekrar gündeme getirdi. Zaten Internet hakkında dünyanın en sert yasalarından birine sahip Türkiye’de pek çok hukuki boşluk kullanılarak ve bayram tatiline denk getirilerek uygulanan bu yasağın hukuki tarafı çok tartışılabilecek olmakla beraber, bu yazının temel amacı bundan ziyade sanatın mülkiyetinin aslen kime ait olduğunu tartışmak. MÜ-YAP ve dünyadaki muadilleri olan RIAA, MPAA gibi örgütlerin sanat eserlerinin mülkiyet haklarını savunmak adına Internet üzerinde ağır bir baskı kurarken, bu hakka gerçekten sahip olup olmadıklarını sorgulamak.
Merhaba, Uzun süredir buraya bir şeyler ekleyemediğim dikkatinizi çekmiştir. Televizyondan denk geldiyseniz hâlâ hayatta olduğumu biliyorsunuzdur da, ben kısaca neler yaptığımı açıklayayım. Şu son aylarda…