"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kategori: sportif meseleler

Dağhan Irak’ın spor yazıları…

Haydi Arrivederci canım, selametle…

Almanya’yla Avusturya’nın 1982’de yediği bir halt yüzünden biz futbolseverler yıllardır şaşı oluyoruz. Gerçi halt yemek yalnız Cermenler’in değil, tüm insanlığın doğasında var, dolayısıyla bir gün o noktaya geleceğimiz belliydi. Hangi nokta derseniz, son maçlarda kimi takımların birbirine ?yatması? ve bir diğerlerinin elenmesi. 1982’de bu oldu, infial çıktı, ondan sonra takımlar son maçlarını aynı saatte oynamaya başladılar. Bunun bugüne yansıması ise benim önüme ve sağıma birer ekran koyup kucağımdaki laptop’a bakmaksızın bu yazıyı yazmaya çalışmam. Önümde bu grubun daha bilindik takımları İtalya ve Slovakya oynuyor. Bilindik dediysem, bu TRT’deki meslektaşlarımızın hem Slovaklar’ın, hem İtalyanlar’ın isimlerini kupa boyunca yüz elli farklı şekilde söyleyip yine de doğruyu tutturamamalarına engel değil. Sanıyorum dünyayı çok iyi bildiklerinden orada sürü hâlinde gezen yabancı gazetecilerden birini tutup ?hacı bu sizin takım nasıl okunur? diye sormuyorlar bin yıldır, sonra adı normalde ?şıkırtel? şeklinde okunan Skrtel üç gün içinde ?sikirtel?, ?sıkörtıl?, hatta nasıl oluyorsa ?sıkartel? oluveriyor. Yakın gelecekte bu oyuncunun adının ahlaka mugayir şekiller alması da olası. Bu sitede yer alan Bosna yazılarımın üçüncüsünü okursanız Türk turistin dünyaya bakışı konusunda ufak bir fikir sahibi olursunuz. Yurt dışında gezen Türk, genelde yerel halkla, diğer yabancılarla filan -ne hikmetse- iletişim kurmaz. Yalnız sorun şu; oraya giden meslektaşlar oraya turist olarak gitmediler, bizim vatandaşlar olarak ödediğimiz maaşlarının hakkını vermeye gittiler. Tabii bu mantık turnuvanın resmi yoru(m)cusuna işlemiyor, o kendi parasıyla ütülüyor kafamızı. Malum onun parası her kapıyı açıyor.

Yine aynı tango

1994?de Foxborough?daki Yunanistan-Arjantin maçı, 4-0 kaybeden Yunan ekibi gibi, kokainle yakalanan Maradona için de unutulası bir anıydı. Hem köprülerin altından çok su akmış, Yunanistan sahaya umutlu çıkarken, Diego da her an kız istemeye gidecekmişçesine janti bir şekilde kulübede yerini almıştı. Polokwane?deki maç başlarken aslında iki taraf da araftaydı, ama yüzleri farklı yanlara bakıyordu. Cennetin kapısına tek ayağını uzatmış olan Arjantin, tıpkı 1994?teki gibi lacilerle ve hızlı girdi maça.

Dünya Kupası Dosyası: Kuzey Kore

* http://ntvspor.net/haber/falso/18981/Kuzey-Kore adresinde yayınlanmıştır.

Neden Kuzey Kore’yi tutmak lazım?

Bu Dünya Kupası’nda Kuzey Kore’yi tutmak lazım, çünkü takım bu dünyanın en yalnız takımı. Bir takım düşünün ki, taraftarlarının ülke dışına çıkması neredeyse mucizelere bağlı, oyuncuların önemli kısmının çıktığı uluslararası maç sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor, üstelik hiçbiri daha önce Afrika kıtasını görmemiş. Üstelik büyük ihtimalle devlet televizyonu maçlarını vermeyecek, çünkü Kuzey Koreliler’in dünyanın geri kalanının fakirlik ve açlık içinde kıvranmadığını görmeleri ?Sevgili Lider? Kim Jong-Il ve saz arkadaşları için hiç de iyi olmayabilir.

Kuzey Kore’nin dünyanın en izole ülkesi olması, her zaman da o kadar kötü değil aslında. Bu takım 1990’lardan beri futbolun yaşadığı sarsıntılardan, endüstriyel futbolun aç gözlülüğünden hiç etkilenmedi. Oyuncuların aklında büyük transferler, milyonlarca dolarlık transferler yok. Yalnızca ülkelerini (ve ?Sevgili Lider?i) en iyi şekilde temsil etmek -ve bir de tabii kendilerini çalışma kamplarına göndertecek hezimetlere imza atmamak- var. Kuzey Kore’yi tutmak gerek, çünkü onlar diğer 31 takımdan çok farklılar. Buraya gelmek için çok uğraştılar ve en az diğer takımlar kadar destek ve saygı görmek hakları. Başka kimsenin desteklememe ihtimali bile aslında Kuzey Kore’yi tutmak için bir neden.

Dünya Kupası Dosyası: Yunanistan

?Ben genç olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum, ama siz yaşlı olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsunuz?. Orson Welles’in dünyaya tanıttığı bu cümleler, Yunanistan’ın başındaki Otto Rehhagel’in amentüsüne dönüşmüş durumda. 2010 Dünya Kupası’nda, yine, yaş ortalaması epey yüksek bir Yunanistan Millî Takımı izleyeceğiz.

(Öz)eleştiriye kapalıyız…

Türkiye, 2016 Avrupa Şampiyonası’nı düzenleme hakkını Fransa’ya kaybetti.

Aslında seçimin sonucu başından belliydi, Türkiye ile Fransa’dan biri kıl payı kazanacaktı. İki tarafın da güçlü ve zayıf yönleri vardı. Türkiye’nin adaylık dosyası Fransa’ya göre biraz daha iyiydi.

Sonucu son gün, son sunumlar ve nihayetinde oylama belirleyecekti.

Sunum işi gerçekten zorluydu. Çünkü yakın geçmişte (hatta uzağında da) TFF’nin başarılı bir iletişim kampanyasını hatırlamıyoruz. Aksine ?lütfen? gibi skandal bir kampanyaya, belki de bu memlekette karşımıza çıkmış çıkacak en sefil çalışmaya imza atmışlardı. Kendi içlerindeki iletişim krizlerini (Ersun Yanal’ın yarattığı gerginlikler, TamSaha’nın Arda röportajının Vatan’a dergi çıkmadan servis edilmesi, kulüplerle ilişkiler vs.) yönetemediklerini de biliyoruz. Oysa Fransa, bu noktada dünyanın en iyilerinden biri. FFF’nin, Fransa Millî Takımı’nın tanıtımı için, hakem alımları için ve fair-play’i özendirmek için yaptığı reklam kampanyaları tek kelimeyle şaheser. Dolayısıyla bu konuda Fransa’nın Türkiye’ye bir avantaj sağlayacağı, daha doğrusu Türkiye’den yana duran durumu dengeleyeceği belli gibiydi.

Ama bu kadar ağır bir fark da beklemiyordum.

Endüstri futbolu, halk düşmanlığıdır…

Futbolun dünyanın en popüler sporu olmasının çok basit bir nedeni var: Dünyada hiçbir oyunu oynamak futbol oynamak kadar kolay değil. Şurada kağıttan bir top yapsak ya da şu şişenin üstüne basıp ezsek hemen maç yapmaya başlayabiliriz. Futbolun sihri şuradan geliyor; herkes futbolun içinde yer alabiliyor. Dünyada herkesi içine bu kadar rahat alabilen başka bir oyun yok.

Bu durum futbolun modern bir spor hâline gelmeden önceki zamanlarında da var. 18. yüzyıl öncesinde futbol benzeri top oyunlarının İngiltere’de geniş çayırlarda aynı anda yüzlerce kişi tarafından, kurallara bağlı olmaksızın oynandığını biliyoruz. Zaten futbolu İngiltere’deki şehirlere taşıyanlar da bu köylüler. İngiltere’de endüstri devrimi sırasında şehirlerde ortaya çıkan iş gücü açığını doldurmak için göç eden ve dünyanın ilk işçi sınıfını da oluşturan yine bu köylüler. Yani futbol dediğimiz oyun işçi sınıfıyla beraber doğan, onun hayata getirdiği bir oyun. Lâkin endüstri devriminin ilk yıllarında haftada altı gün günde on sekiz saat çalışmak zorunda olan işçilerin şehirlerde kendi oyunlarına sahip çıkacak zamanları ve enerjileri olmuyor. Bu dönemde futbolu sahiplenen ve günümüzdeki kurallarına bağlayanlar İngiliz burjuvazisinin yaratıldığı kamu okulları. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar futbol hep bu okulların ve mezunlarının elinde devam etti. Tâ ki sendikal hareketler işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmek için giriştiği mücadeleden sonuç alıncaya dek. Bu dönemde işçilerin çalışma saatleri haftalık 54 saate indirildi ve cumartesi yarım gün oldu. Böylelikle işçiler futbol sahalarına dönebildiler. Kamu okullarındakilere göre daha güçlü kuvvetli ve bu oyuna daha yatkındılar. Onların oynadığı maçlar daha çok seyirci çekiyordu. Bunda fırsat gören organizatörler işçilerin daha fazla futbol oynayabilmesi için fabrikada kaçırdıkları yevmiyelerin karşılığını ödemeye başladılar. Profesyonellik böyle doğdu. Kısa sürede profesyoneller, yani futbol işçileri oyuna yeniden hakim oldu. Futbolun yönetimi ise hep kamu okullarından çıkan burjuvazide ve oyuna sonradan sahip çıkan aristokraside kaldı. Bu bahsettiğimiz, futbolun daha doğuş yılları. Yani burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki sınıf çelişkisinin tarihi futbolda on dokuzuncu yüzyıla kadar uzanıyor.