Masada oturuyorsun… Önünde bir bardak limonata ve bir kase supangle var. Tıpkı yirmi sene önce olduğu gibi. O zamanlar küçüktün şüphesiz, kot şortun, cırtcırtlı ayakkabıların, üç çizgili beyaz çorapların vardı.
Masada oturuyorsun… Önünde bir bardak limonata ve bir kase supangle var. Tıpkı yirmi sene önce olduğu gibi. O zamanlar küçüktün şüphesiz, kot şortun, cırtcırtlı ayakkabıların, üç çizgili beyaz çorapların vardı.
Saat geceyarısını bir hayli geçmişti. İkisinin de gözünden uyku akıyordu. Telefondaydılar.
?Senin sevgilin olamazsam öleceğim? dedi adam. Bunu söylerken sitem yoktu sesinde, kırgın değildi, tehditkâr hiç değildi. Panik ya da dehşet de yaşamıyordu, erken öleceğini öğrenmiş, ne kadar isyan etse de bunun değişmeyeceğini kabullenmiş herkesin vâkurluğunu taşıyordu. Üzüldüğü belliydi yine de.
Avi ve Arev, önceden de çok iyi arkadaştılar, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Pekçokları onları aynı cemaatten sanırdı. Oysa olsa olsa isimleri devlet dairelerinde yanlış anlaşılanlar cemaatine dahil olabilirlerdi. Tipografik hataların tanrısının bir başka sadık kulu olan bendeniz onlarla çok sonra tanıştım.
Yugoslavya… Tito’nun kristal küresi… Politik terminolojiyle bağlantısız, şairin diliyle konuşursak “kaygılardan azade.” Tito’nun ölümünden sonra ise kristal küre tuzla buz oldu, her parçası bir tarafa dağıldı, dokunanın elini kesti. Simon Cuper’i haklı çıkarırcasına futbol da hiçbir zaman yalnızca futbol olmadı Yugoslavya’da. Geride kalan yüzyılın en büyük katillerinden Arkan’ın tribün lideri, taraftar gruplarının paramiliter kuvvet olduğu, maçlarda ayrılık şarkılarının yakılan bayraklara eşlik ettiği bir ülkede olamazdı da zaten. Bu nedenledir ki Yugoslavya’yla ilgili anlatılan her futbol hikâyesi biraz savaş, biraz kan içerir. Kuşkusuz Hajduk Split’in hikâyesi de bundan farklı değildir.
Afrika kıtası… Yıllarca korudu bilinmezliğini, ta ki bir gün beyaz adam keşfedene dek. Sonra kaynaklarını verdi ona, emeğini verdi, günü geldiğinde canından başka verecek bir şeyi kalmamıştı. Onu da verdi, karşılığında özgürlüğünü aldı. Afrika özgürdü artık, ama yorgundu, tükenmişti, fakirdi. Geriye kendi kabile kültürüyle, sömürgeciliğin yerleştirmeye çalıştığı kültürün bir karmaşası ve cetvelle çizilmiş sınırlar kalmıştı. İçine düştüğü umutsuzluk ve kaosun içinde futbola sıkı sıkı bağlandı Afrika.
Sabahın köründe, ismi lazım değil bir sahil kazasında belediye otobüsü beklerken buldum kendimi. Oysa ki böyle olmamalıydı, olmayacaktı. Ben bu saatlerde ya Leyla’nın kollarında uyuyor olacaktım ya da yüzümde dünyanın en tatlı gülümsemesi olduğunu zannettiğim şapşal bir sırıtış olacaktı. Ancak sabahın bu kör vaktinde, hem de hiç de tatil sezonu olmayan bu zamanda, sırt çantamla beraber otobüs bekliyorduk, bir de tabii o kazanın sakinleri vardı yanımızda. Tatil yerlerinde sürekli yaşayan insanlar bir tuhaftır, kışın hatta baharda giderseniz size yanlış zamanda gelmişsiniz gibi bakarlar. Aslında yaz mevsiminde de tuhaf bulmuşumdur hep kendilerini, o zaman da, sözgelimi denize girerken, sanki onların hayatının rutinine olağanüstü bir şey muamelesi yapmanızı garipserler. Ne var işte deniz burada, biz hergün giriyoruz, istesek kışın da gireriz (çorapla), ama senin gibi deniz topuyla, şezlongla, termosla gelmiyoruz, görmemiş herif. Evet, aynen böyle der gibi davranırlar, belki “görmemiş herif” demiyorlardır, ama diğerlerini dediklerinden eminim. Yani ben olsaydım derdim, hatta “görmemiş herif” de derdim.
Real Madrid ve Barcelona’yla beraber İspanya’nın üç büyük futbol kulübünden biri olarak bilinen Atletico Madrid, 1903 yılında Madrid’e okumaya gelen üç Basklı öğrenci ve Madridli…
?Tamam kardeşim, bugünlük bu kadar. Başka fikir almıyoruz, yeteri kadar aldık bugün. Haydi kardeşim, yarın denersiniz şansınızı. Yavaş yavaş boşaltalım dükkanı. Haydi canım, bizim de işlerimiz var.…
Bir taşın üzerine çıkmış düşünüyorum, tünemiş olduğumu iddia etmek de mümkün, en azından uzaktan öyle gözüküyor. Nasıl gözüktüğüm pek önemli değil zaten, önemli olan ne var onu da bilmiyorum. Bugün senin doğumgünün, yanında olamıyorum, bu beni nasıl hissettiyor ya da nasıl hissettirmeli, onu da bilemiyorum. Bu gece yanında olma isteğim her gecekinden daha fazla ya da daha karmaşık değil. Zaten daha fazla ya da daha karmaşık olduğunda farketmiyor, çünkü bir doyma noktası var, oradan sonra suda çözünemiyor ve dipte bir tortu bırakıyor. Oysa tortunun çökeceği bir dipten bahsetmek olası değil, orası çoktan benim seninle ilgili bir sürü düşüncemle doldurulmuş durumda. Günler ve geceler içerisinde dalıyorum ve dipten hayaller çıkarıyorum seninle ilgili, yanıma getiriyorum seni, seninle konuşuyorum, bazen de daha çakıllı şeyler geliyor billurdan ziyade. Beni kırdığını biliyorsun, ben de kırıldığımı biliyorum, bunun için kin tutmuyorum sana ama unuttuğumu da söyleyemem, belki de herşeyin dipte kalmasının nedeni bu. Yine de dipte de kalsa benim suyumun bir parçası, suya karışamaması umrumda değil, belki kana karışmayı daha çok sevdiği içindir diyorum. Bu gece dipten abuk subuk sorular çıkardım seninle ilgili, sana soramadığım, kendime sormanın eğlenceli ve bir o kadar da ipe sapa gelmez olduğu.
Bordeaux… Fransa’nın güneybatısının bu en büyük şehrinin gururla andığı iki şey var. Biri, dünya çapında ün sahibi olan ve pek çok Bordeaux’lu ailenin geçimini sağlayan şarap endüstrisi, diğeri ise “v” harfi desenli formasıyla spor sahalarında yüz yıldan uzun bir süredir boy gösteren Girondins de Bordeaux…