"Enter"a basıp içeriğe geçin

Dağhan Irak kişisel sitesi Yazılar

değer ağabey

?Bak Bağış’a da söyledim, sana da söylüyorum. Arkamdan yürüme, öncün olamayabilirim.Önümden yürüme, takipçin olamayabilirim.Yanımdan yürü ki ikimiz de eşit olalım.? Eurosport’taki ilk yıllarımız… Anlattığımız her…

yabani vaziyetler

Tıklım tıklım bir voleybol sezonu yaşıyoruz. Ligler son hızıyla devam ediyor, Avrupa’da ise artık kupaların sahibini bulmasına günler kaldı. Türkiye, ilk kez dört takımla katıldığı Şampiyonlar Ligi’nde maalesef dişe dokunur bir başarı yakalayamadı, Vakıf-Güneş’in dörtlü finali de olmasa tam anlamıyla kayıp bir sezon olacaktı. Kadınlarda (neden ?bayanlar? demediğimi başka bir yazıda gerekçeleriyle tartışmayı düşünüyorum) Türkiye gibi üç takımla başlayan İtalya, üç takımını da altılı playoff’a getirdi, birbirlerine düşmeseler belki dörtlü finale de ailecek geleceklerdi. Kaldı ki erkeklerde de iki İtalyan takımı dörtlü finale yükseldi. Zaten iki tarafta da formül aynı; evsahibi takım, iki İtalyan artı bir Rus takımı. Bunun çok da şaşırtıcı olduğunu düşünmüyorum. Pos bıyıklı meşhur bir adamın yıllar önce teorisini çizdiği gibi altyapı, üstyapıyı belirliyor. Altyapısı olmayan ülkelerin yolda döküldüğü bu sezonda, geriye düşenler açıklamayı metafizikte arayabilirler, lâkin pos bıyıklı adamcağızı mezarında ters döndürmenin anlamı yok. Altyapısı olmayanın üstyapısı da olmaz.

Sporting – Benfica: “Aristokratlar”, “halkın takımı”na karşı

Bir şehir düşünün, mavi suların kıyısında, farklı kültürlerin iç içe olduğu bir şehir… Yüzyıllarca bir ülkenin kalbi olmuş bir şehrin yüz yıllık iki takımını düşünün, ?üç büyükler?den ikisini… Geride kalan yüzlerce maçtan sonra hâlâ o maç geldiğinde ülkede hayat duruyor. O hafta tüm ülke, aristokrasi geleneğinden gelen ?Aslanlar?la kendisine ?halkın takımı? diyen ?Kartallar?ın mücadelesini konuşuyor. Bu hikâyenin şaşırtıcı bir şekilde tanıdık geldiğinin farkındayız. Ancak Akdeniz coğrafyasının en doğusundaki güzel şehirden değil, en batısındaki güzel şehirden,
Lizbon?dan bahsediyoruz. Sporting-Benfica derbisinin bizim derbilerimizden birini andırması da aslında çok sürpriz değil. Zaten Akdeniz?deki her liman şehri akraba. Kuzenlerin de birbirine benzemesi doğal. Yine de Portekiz?in yüz yıllık ?O Classico?sunun anlatacak farklı hikâyeleri de olsa gerek.

üç silahşörler (ve ilâveten dartanyan)

Olimpiyat Elemeleri’ni bitirmenin huzuru içinde bu yazıyı yazıyorum. Hem voleybol kalitesi, hem sonucun adilliği, hem de millî takımın oyunu açısından tatmin edici bir turnuva oldu. Bu yazı, upuzun bir turnuvanın, upuzun bir özetidir. Smaçörler çuvalladığı için değil, defanslar iyi çalıştığı için uzun süren bir rallinin heyecanı içinde okunmasını dilerim.

kaybedenler olimpiyatı

Spor spikeriyseniz ve olimpiyat oyunlarını nakledecek bir kanalda çalışacak kadar şanslıysanız, 366 gün süren yıllar sizin için başka bir anlam ifade eder. Çünkü o yıllar olimpiyat yılıdır ve ?dört yılın sultanı? bir ay -ki bu yıl Ağustos’a denk geliyor- zihninizde işaretleniverir. Atina’yı kaçıran, Torino’nun ise açılış törenini anlatma şerefine nail olan bendeniz için de kuşkusuz Pekin büyük önem taşıyor. Tabii ki bu yazı neyse ki benim değil, Pekin’in, daha doğrusu ona giden yolun üstüne.

Partizan: Tito’nun rüyasıydı

Mareşal Josip Broz’un, daha çok bilinen ismiyle Tito’nun bir rüyası vardı. Yugoslavya ülkesindeki tüm bölgeleri etnik ve dini farklılıklara dayanmaksızın özerk ve eşit olarak bir arada yaşatmak. Ustaşilerin etnik temizlik harekâtlarını, Nazi bombardımanı altındaki Belgrad’ı yaşayan Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve Karadağlılar Tito’nun rüyasına inandılar ve Federal Yugoslavya Halk Cumhuriyeti çıktı ortaya. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez ülkenin tüm kurumları yenilenmeye başladı. Krallık döneminden ve öncesindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kalma âdetler yerini yeni bir sisteme bırakıyordu. Yeni ülkenin spor politikalarını da bu yepyeni sistem şekillendirecekti.

Ligue 1: Taşra merkeze kafa tutuyor!

Fransa için vatandaşları çoğu zaman ?Paris ve diğerleri? der. Kuşkusuz Parisliler başka, taşralılar başka imâlar yükler bunu söylerken. Gerçekten de merkeziyetçiliğin de merkezi varsa dünyada, burası Paris olsa gerektir. Ne olursa Paris’te olur, oradan yayılır. En köklü devrimlerden, en uçucu modalara kadar genellikle böyledir bu. Söz konusu futbol olduğunda da meşin yuvarlağın ülkedeki ilk muhitini Paris’in sokaklarında aramak gerekir. Ancak ?canının olmasıyla? ve canının istediğini yapmasıyla meşhur futbol topu, ülkeye girdiği andan itibaren hep merkeziyetçiliğin aksi yönüne kürek çeker. Eğer Fransa’da çevrenin merkeze karşı borusunun öttüğü bir saha varsa, mutlaka o sahanın rengi yeşildir. Her şehrin takımının olduğu ve herkesin kendi takımına gönülden bağlı olduğu Fransa’da, ortaya çıkan lig de tam anlamıyla bir mozaiktir. Bu nedenledir ki, insanın aklına gelmeyen başına Fransa Ligi’nde gelir.

benim güzel süpermarketim

Hava sıcaklığının bin dereceyi zorlamakta kararlı olduğu bir günün akşamında yorgun argın, ter içinde eve dönüyorum. Bakkaldan bir şeyler almam lazım ama bu beraberinde bakkaliye sahibiyle yapılacak zorunlu bir muhabbeti de getiriyor, ki ben bunu kaldırabilecek durumda değilim. Evin arka sokağına dalmaya karar veriyorum, orada bir süpermarketin var olduğunu ısrarla kapıma tıkıştırdıkları indirim ilânlarından biliyorum, fiyatları hakikaten de fena değil, ?bu sefer de oraya gideyim, yerini elbet el yordamıyla bulurum? diyorum. El yordamına gerek kalmıyor, düzgünce yerleştirilmiş oklar var, sokak başından itibaren yönlendirmeye başlıyor. Evimin arka sokağına daha önce hiç gitmemiştim, bu sokağın varlığını şimdi keşfediyor olmak bana tuhaf geliyor. Modern zamanlarda devasa bir şehirde yaşamak zaten tuhaf bir şey, koltuğumda ayaklarımı uzatıp Guggenheim Müzesi?nde bir tur atabiliyorum ama arka sokağın varlığını keşfetmem aylar alıyor.

lazar abi?nin yeri

Sabahın kör bir vakti çıktım St. Lazare Meydanı’na. Burası tam bir meydan sayılır mı bilemiyorum, St.Lazare Garı’nın önünden geçen iki koca caddeyi ve ortasındaki parka benzer boşluğu meydandan sayıp bir de üstüne garın adıyla taltif etme eğilimim var. Bütün bunları yaparken çantamdaki haritayı çıkarıp meydanın (meydansa tabii) gerçek adına bakmıyorum, sağdaki soldaki tabelalara da gözümü dikmiyorum üstelik. Neden dersen, turistmiş gibi dolaşmayı sevmiyorum Paris’te. Gerçi turist değilsem neyim peki, henüz beni fahri konsolos ilân ettiklerini hatırlamıyorum. Yani demek istediğim, çarşaf gibi haritayı orta yerde açıp en turistik yerlerin ve en iri kıyım Lafayette Mağazası’nın yerini arayan fotoğraf makineli tiplerden olmak istemiyorum. Paris, biraz biraz İstanbul’u andırıyor, sanki İstanbul’muş gibi dolaşmak hoşuma gidiyor. Üstelik Paris’te kaybolmak neredeyse imkânsız, oysa İstanbul’da insan ömür boyu yaşasa da bazen kendini kaybedebiliyor. Zaten kendimizi her an kaybedebilme olasılığımız bizi temelde İstanbulllu yapan. Bir de Paris’te turistler ezici çoğunluk, martılı ve kedili şehrimizdeki gibi haritayla gezenlere ?aha turiste bak? muamelesi yapılmıyor. Ama ben yine de Aziz Lazar’ın benim zorumla adını verdiği bu meydanda insanların bana ve haritama takılacakları paranoyasına gömülmüş durumdayım. Oysa kimsenin umrunda değil. Ama siii mösyö, benim umrumda işte.